24 Kasım 2015 Salı

Az önce annem ve babamla konuştum. Sesleri öyle keyifli geliyordu ki. Bugün öğlen yürüyüşe çıkmışlar, kendi tanıdıklarının, benim, abimin ve ablamın arkadaşlarına uğramışlar. Sohbet etmişler. Keyifleri o kadar yerinde ki! Sesleri ışıldıyordu, teknoloji hak getire. Evde yemek yaparken ben akıllarına gelmişim, onlar tam benden bahsederken  ben aramışım. Annem belli belirsiz yaptığı yemeğin canımın çekip çekmemesi tedirginliğinde isminin yarısını mırıldanıyor. Babam arkadan bu duruma gülüyor. Oradan yeğenlerimden biri ses ediyor. Muhtemelen babam ona bir bakış atıyor ve ufaklığın sesi kesiliyor. Annem o sırada paralel evrende! Hiçbir çocuk sesi annemin önüne geçemiyor. Ki yıllardır bilirim hiçbir yaş döneminden kimsenin sesi annemin önüne geçemiyor. İlla söyleyeceğini söylüyor :)
Babam uzun uzun gülümsüyor, gülümseme arasında hayattan bir kırışık alacağı kalıyor. Denize döküyor sonrasını.
Annem çok sevdiğimiz birisinin ölümden döndüğünü anlatıyor. İşin aslı ben de çok korkmuştum. Ailemi ailesi gibi seven biriydi Reşit abi. Çok güçlü bir adamdı! Küçüklüğümüz de kavga etsek dayak yediğimiz de çağaracağımız abi vardır ya, o misaldi kuvveti .  Meğerse gücünün kaynağı bileği değil yüreğiymiş ki, Çukurova bölgesinde ki bir çok doktorun öldü diye bıraktığı adam tekrar hiç bir şey olmamış gibi ayağa kalkabiliyor. Ve bir çok insan geçirdiği hastalıktan bahsederken hala, annem ( babamı kastederek) “ Bak Süleyman amca’n da sen de  kilo verdiniz fit oldunuz ne mutlu size “ diyor bütün yapıcı bakışıyla. Reşit abi gülüyor, babam gülüyor… İnsanların vahlarında bir tane çalıp, yerine gülümseme bırakıyor annem.
Babam durur durur nokta atışla maçı bitirir yıllardır! Gülümsetir. Hele annem ile babamın atışmaları vardır ki, esasen aşık atışması budur bence. Kızmaları da sevmeleri de aynı yerdendir.
Annem bizimle konuşurken genelde telefonu bırakmaz babama. Babam kendine telefon aldı. Fakat ben o firmanın yerinde olsam babamın reklam kampanyası olarak tanıtımını yaparım. “Dünyanın en uzun sarj süresi bizde” diye. Telefonu aldığında bekleme süresi diye ütopik bir rakam vardır ya hani bilmem kaç saat. İşte o rakamlar babamın telefonunda su götürmez bir gerçek . Hatta bazen telefonum çalar , ekranda  BABAM yazınca hala duraklarım. Telefondaki konuşma süresi on dakika ise tahmin edersiniz ki annemle dokuz, babamla bir dakika konuşurum. Çünkü annem telefonu babama verirken ki 2 saniyede 7 dakikalık konuşmayı hemen aktarıyor. Sonra telefonu alınca babam veda makamına geçiyoruz :)  Babam daha çok masa adamıdır. Karşısında olacaksın! Bak zaman nasıl geçiyor anlıyor musun .
Ki bu neşesinden çok yara almış fakat iyi şarmış aile, madden ve manen çok ciddi badireler atlattı. Hayatlarının eleği asma döneminde iken, ummadıkları insanlardan hayatlarını hatta çocuklarının , torunlarını hayatlarını etkileyecek bir çok şey geldi başlarına.  Ama hakikaten yılmadılar. Mesele kaybedilen parayı kazanmak olmadı hiç. Yılmadıklarını konu ailenin huzuru , çocukların huzuru ve neşesi kaçmaması adına idi. Para kaybettikçe neşe türettiler. Soyut umutlar türettiler. Onlarla doyduk biz.  Ciddiyim DOYDUK! Ben ilk defa gördüm neşe ile sevinç ile doyulduğunu. Onlar bana öğretti.
Onlar bana enteresan bir beslenme biçimi aşıladı. Yaşadığım dönemin aksine. Arkadaşlarım hafta sonu fast food  zincirlerine gitmek için can atarken, ben babamlarla akşam oturup şarkı söylemeye başladıklarında biraz daha muhabbetlerine ortak olmak için can atıyordum rakı bardağında ayran içerken. Babamdan öğreneceğim bir şarkı sözü şakasını bekliyordum kulak kesilerek ya da enstrümandaki bir soloyu…Uykudan gözlerim küçüldüğünde yüzümü yıkayıp geliyordum ve onlar bunu bilmiyormuş gibi davranıyordu. Paylaşmak lafı vardır ya, onlar bana paylaşmayı öğretmediler. Onlar bana paylaşılmayan bir şeyin ne kadar yavan olduğunu öğrettiler, paylaşma zevkini ben kendim tercih ettim. Kapı açtılar ama itmediler. Yerden kaldırdılar ama fatura kesmediler. Bana onlar sözle değil, yaşam biçimleriyle mutluluğu maddeye bağlamamam gerektirdiğini uyandırdılar. Kaynağı küçümsemek yerine yüceltmeyi , her hangi bir logo ışıltısına kapılmak yerine insan ışıltısına kapılmayı, nefret edip yorulmaktan ise sevip rahatlamayı farkettirdiler. Fazladan hiçbir şey yapmadan.

Şimdi bir de biz düşünelim bakalım günlük telaşlarımızı, hayatlarımızı ne üzerine kurduğumuzu? Başkalarının telaşlarını nasıl bizimmiş gibi giyindiğimizi? Sevdiklerimizi ne ile beslediğimizi ? Mutluluğu nerede aradığımızı ? 

Belki şurada bir yerde duygu vardır.

Duygusuzluktan hastalanıyoruz. Kimi gripler hissiyat eksikliğinden. Vücudun besin kaynağı bazen değişebiliyor. Biz bunu ön görmeyip basıyoruz mandalinayı limonu bünyeye. Ya da hapları kullanıyoruz. Vücudumuza tanımadık tamirciler davet ediyoruz. Sürekli bir tadilat hali. Bozuk yapılar gibi…
Görüp eleştirdiğimiz ne varsa şehir yaşamında bir bir üzerimize giyiyoruz. Gecekondulara söylenirken kendi çarpık kentleşmemize hiç kusur bulmuyoruz. İçimizdeki inşaların betonuna ,tuğlasına bakmadan ha babam ucuz iş gücüyle çalıştırıyoruz paralı ilişiklerimizi. Olmayışı başka bi olmamışlıkla örtüyoruz. Sonra bir araya geldiğimizde  “Yaşanmaz artık burda! “ demekten de geri kalmıyoruz.
Kendi içimizdeki oksijenimizi yitirip, ağaçlarımızı kesip bir bir kurutuyoruz fikirlerimizi. Kimi insanlar içindeki yeşilden vazgeçerken başka bir yeşile sarmalanıyor. Onunla geçiştiriyor nefessizliğini. Kimi ise kör kütük oluyor anason kuyusunda, kendi çalıp kendi söylüyor. Kuyuda sesi kendine döndükçe ,kendini kalabalığın içinde zannediyor.  Sustu mu korkuyor, konuştu mu kızıyor…Ne yaparsa kendine yapıyor.
Son kertede yıkım hekimlerine gelince birden kaplan kesilip kendimizin kıymetini biliyoruz bilmesine de kendi kurduğumuz dengesiz yapıları savunacak bir umut kalmıyor içimizde. İnanamadığımızdan savunamıyoruz da…

Bütün hastalıklarımız kendimizden.Duygusal eksikliklerimizi vücut başka türlü dışa atıyor.  Mevsimsel durumlar değil. Öyle ki mevsimlerde artık kendinde değil…