27 Mart 2015 Cuma

Sabah

Sabah. Ama bu yazıyı okuduğunda aklına gelen sabahlardan değil. Hiç kimsenin aklına gelmeyen bir sabah! 
Senin aklının tahmin ettiği kadar değil, benim aklımın yaşadığı halde almadığı kadar  bir sabah. 
Bir pencere buldum. Sadece kafamın sığabileceği  büyüklükteydi. Dışarı baktım. Ya da bilmiyorum dışarısı mı, içerisi mi? Sadece bir aralıktan başka bir yere baktım. Belki de hiç dışarısı diye bir şey yoktur. Belki de daha dışarıyı görebilen hiçbir bilindik insan oğlu yoktur...
Güneş doğmuştu fakat  senin aklına gelen renkte değildi. Yok yok az önceki cümleyi okuduğunda aklına gelen başka bir renkte de değildi. Rengin ışıkları çizgi çizgi düşüyordu görebildiğim yöne. Nedenini  anlamadım. 
Dışarıda canları hala ellerinde olan varlıklar vardı. Sürekli olmasa da ara sıra görüş alanıma giriyorlardı. Bu bende merak uyandırmaya başladı. Gözümü kırptım geçti. Bir titreşim geldi arkadan, hırıltı gibi. Yani hırıltı diyor olmalısınız siz buna. Siz hiç hırıltı şiddetine maruz kalmamışsınızdır. Ben de kalmadım.  Bir hırıltı nasıl şiddet gösterebilir ki. Sessizlik desen değil, ses desen bağırışlarıma hakaret olur. Ama rahatsız eden bir şey vardı. Yoğunluğu yaklaşıyordu başlı başına. Öyle ki böyle bir muallakta bile rahatsız olabiliyordum. Aslında ben bu konuda çok başarılı değilimdir. Rahatsızlık hissetmem. Yani en azından her şeyden rahatsız olamıyorum. O hırıltıdan oldum.  Durdum, bedenim biraz uyuştu. Takılmıştım o hırıltıya. Bir süre daha duydum, sonra gitti.  Ama ben rahatlamadım. Etrafımda duvarlar olmasına rağmen kendimi ayazın ortasında kalmış gibi hissediyorum. Alnım benimle hem fikir değil, o biraz terliyor. Beynim ise ne kimyamla ne bedenimle hem fikir , onun süreci başka. Bölünüyorum. Toparlanmaya çalışıyorum . Bölünüyorum. Anı avına çıkıyorum. Geçmişe gitmeye çalışıyorum. Yani ilk aklıma gelen ismiyle geçmiş diyorum ulaşmaya çalıştığım yere, bir yanak, bir el, bir madde…Yok bütünleyemiyorum. Gerçek dışı bir şeyler yakalıyor beynim. Gerçek? Şu an bu kelime ben de bir şey temsil etmiyor. Dediğime de şaşırıyorum. Neyse ki hala şaşırabiliyorum. Mutluyum. Şaşkınlık bir solumamı tanıdık hale getirdi.
Buraya girebildiğime göre bir kapısı, yolu bir şeyi olmalı buranın. Aksi türlü burada olabilmem çok…
-          Çok ne ?
-          Çok şey yani…
-          Çok ne yani ?
-          Çok ma…Çok bir şey ama ne bilmiyorum . Çok sadece!
Burada olabildiğime göre o kadar da çok değil herhalde. Hala iflas etmemişim. Çok olsa muhakkak iflas ederdi vücudum. Sadece mızmızlanmak istedim sanıyorum. Belki bilincim zaman kazanır diye . Çünkü bu “çok” olan şey her neyse, neyse…
Tavana bakmak aklıma geliyor. Bakıyorum. Ama size anlatamam. Muhtemelen bana “deli” gözüyle bakarsınız. Gözümün üstüne bir de sizin gözünüze katlanamam şu an. Tavanda size tanıdık olan tek şey var para! Tavanın bazı yerleri parayla kaplı.  O paralar bana ait değil, hiç merakım da olmadı! Neden üstümdeler onlar. Kim koydu onları benim başımın üstüne? Paraların arasında bir kravat çarpıyor gözüme. Paraların sahibine aittir diye düşünüyorum.
Aa evet!! Düşünebiliyorum!
Doğru ya! Düşünebildiğim için buradaydım ben.
Bir an uyku sersemi unutmuşum…
“Bir an” bile güzeldi.

Canım memleketim…

26 Mart 2015 Perşembe

İki laf

Bir iç güvey var boğazımda, yorgun, beni yorar.
Suratımdaki karışlar beşi geçkin,
Nedir bu dizime vuran diyorum, biri mendil veriyor.
Kalp pinti.
Hali hazırda iki muhabbet var edemiyorum onu da.
Susuyorum. Kuru ağzım, dilim damağım kuru...
Dil yetmiyor.
Ne anlatmaya, ne ıslatmaya.
Biri benimle konuşuyor, lafları benim belimi kırıyor,
İki laf hala sağlıklı.
İki laf hala iç güvey
İki laf hala tuzu kuru söylenmemekte.
Akşam oldu artık üstü başı kalmadı günün.
Birileri muhakkak bir şeyler kaybetmiştir.
Birileri yorulmuş, birileri umutlanmıştır.
Memleketin dört bir yanından hayaller feveran etmiştir.
Duyanlar duymayanlara anlatıyordur güzel güzel.
Kimi içini döküyordur, kimi dinlermiş gibi yapıp düşünüyordur.
Kimi bir kıyıda utanıyordur.
Kimileri ise daha yargılayacak çok kişi olduğu için mastürbasyon yapıyordur.
Kimi kimsesizdir.
Duruyordur.



21 Mart 2015 Cumartesi

Belki

Belki dünya üzerinde sana dair bir yer vardır. Belki bırak dünyayı, çok yakınlarında bile bir yer vardır  içinde bütün ait olmadığın şeyleri unutacağın. Belki bir adım atsan diğer adım var gücüyle seni bir yerlere itecek. Belki hava durumu için telefonuna bakmak yerine, dışarı çıkıp gökyüzüne baksan  havan değişecek. Bulunduğun adres değişecek, minik bir hava alacaksın herhangi bir memleketten. Hiç görmediğin bir yeşile gideceksin. Bilmediğin ağaç türlerinin altında dinleneceksin. Çizgi filmlerde gördüğün tepelere benzeteceksin oraları. Hayal dünyana arkadaş edineceksin. Çantandan yolluk bir şeyler çıkartacak, el emeğinin güzelim lezzetini tadacaksın. Bir rüzgar yüzünü okşayacak, sen de doğayı hissedeceksin. Kapayacaksın gözlerini diğer canları duyacaksın. Sakin sakin yaşayacaksın. 
 Ya da  atmosferde hızlıca dönen bir bulut göreceksin,  bulutların şekillerine gülümseyeceksin. Çocukken bulutlarda gördüğün dünyalar çalınacak aklına. Bu sefer adres değil, zaman değiştireceksin. Çocukluğundaki bir arkadaşını hatırlayacaksın, onunla neler yaptığın aklına düşecek. İlk aldığın 9 katlı Kames top gelecek gözünün önüne. Evin arka bahçesine karanlıkta girdiğin için kalbin hızlı atacak. Çıkarken mahalleden arkadaşlarına renk vermemek için kahraman gibi çıkacaksın. Gözün o kıza takılacak, bir bakacaksın o da sana bakıyor. Sonra o kızın telaşına düşeceksin. Saçlar taranmaya başlanacak. Annen hallerine anlam veremeyecek.  Arkadaşlarının cinsleriyle tanışacaksın. Kıskanmalar olacak, belki kavgalar. Ama herşeyin en temizini yaşayacaksın. Sonra akşam yemekte hep aklına gelecek o kız. Erken yatacaksın bir an önce sabah olsun diye, ailen şaşıracak senin yatağı boylamana. Sen güzel güzel hayaller kuracaksın. Gün geçtikçe içten içe büyüteceksin duygularını. O yaşında dünyanın bütün imkansızlıklara göğüs gerebilecek  cesareti bulabileceksin kendinde. An gelecek artık dayanamayıp onu sevdiğini söyleyeceksin. O andan hatırında kalan sadece iki göz olacak bir de titreyen göğüs kafesin. Bakacaksın... Bakacaksın. O birşey söylemeyecek. Yanından  kendi evine doğru bilmediği bir şeyi yaşamanın verdiği rehavetle koşacak, sen kalakalacaksın. Bakacaksın öyle... Ertesi gün sana o da sana bakacak öyle... O zaman kelimeleri çöpe atacaksın. Dokunacaksın, titreyeceksin. Gün gelecek öpüceksin onu. Bu böyle mi oluyormuş diyeceksin. Hiç tatmadığın bir dokuyu , hiç bilmediğin bir enerjiyle yaşayacaksın. Garip gelecek. Ama yine isteyeceksin. Sonra "Yalan Rüzgarı" adlı dizinin etkisiyle öpüşünce hamile kalındığını zannedeceksin. Sonra Pool'a Magnum'a bakacaksın pembe dizilerin taarruzu altında. Onu birine sorduğunda onlar sana gülecek. Sonra yaşamına dair ettiğin her telaşta "hayat" sana gülecek . Ama bilmeyeceksin. Ayrılıklarını hatırlamayacaksın. Geçmiş gündür, tatlı gelecek. Sen de bütün heyecanlarına gülümseyeceksin. 

Bir adım dışarı çıkıp hava alsan belki...


15 Mart 2015 Pazar

Duygusuzluktan.

Duygusuzluktan hastalanıyoruz. Kimi gripler hissizlikten. Vücudun besin kaynağı bazen değişebiliyor. Biz bunu öngörmeyip basıyoruz mandalinayı limonu bünyeye. Ya da o ne idüğü belirsiz hapları kullanıyoruz. Vücudumuza tanımadık tamirciler davet ediyoruz. Sürekli bir tadilat hali. Bozuk yapılar gibi…
Görüp eleştirdiğimiz ne varsa şehir yaşamında bir bir üzerimize giyiyoruz. Gecekondulara söylenirken kendi  çarpık kentleşmemize hiç kusur bulmuyoruz. İçimizdeki inşaların betonuna, tuğlasına bakmadan ha babam ucuz iş gücüyle çalıştırıyoruz paralı ilişiklerimizi. Olmayışı başka bi olmamışlıkla örtüyoruz. Sonra bir araya geldiğimizde  "Yaşanmaz artık burada! Her yer beton oldu " demekten de geri kalmıyoruz.
Kendi içimizdeki oksijenimizi yitirip, ağaçlarımızı kesip bir bir kurutuyoruz fikirlerimizi. Kimi insanlar içindeki yeşilden vazgeçerken başka bir yeşile sarmalanıyor. Onunla geçiştiriyor nefessizliğini. Kimi ise kör kütük oluyor anason kuyusunda, kendi çalıp kendi söylüyor. Kuyuda sesi kendine döndükçe, kendini kalabalığın içinde zannediyor.  
Sustu mu korkuyor, konuştu mu kızıyor…
Ne yaparsa kendine yapıyor.
Bazı zamanlarsa kadercilik yapıp vahlanmaların arkasına sığınıyoruz. Keşkelere sırtı dayayıp oturduğumuz yerden söylene söylene tüketiyoruz vitaminlerimizi. Yapmak yerine o kadar konuşuyoruz ki duvar kesiliyoruz kendi derdimize. 
Son kertede yıkım hekimlerine, danışmanlara gelince birden kaplan kesilip kendimizin kıymetini biliyoruz bilmesine de kendi kurduğumuz dengesiz yapıları savunacak bir umut kalmıyor içimizde. İnanamadığımızdan savunamıyoruz da…
Bütün hastalıklar kendimizden. Duygusal eksikliklerimizi vücut başka türlü dışa atıyor. Mevsimsel durumlar değil. Öyle ki mevsimler de artık kendinde değil...