30 Ekim 2023 Pazartesi

  

Bir dil arıyorum. Bütün yolculuğum bunun üzerine, bütün yoruculuğum da. 

Niyetim kimseyi yormak değil. Zaten kendimi yorarken etraf alıyor nasibini. Halbuki kimseye dert olmak ya da yormak gibi isteğim yok. Olan zamanımı da elinin artığı kendime harcıyorum. 

Aradığım dil düz, sade, öz. Sükunetli bir dil. Açıklamasız, zaten açık olan. Kurmasız, devir daimi olan. Sorgusuz, soruları olan. O dil lütufun kıymetini, teşekkürün maharetini, özrün ağırlığını bilen bir dil. 

Pelesenk olsa ne ala fakat şikayet dolu ağızlarda yer bulabilir mi bilmiyorum. Dilerim bulsun. İyi gelir. 

Bazı dillerin hatrı vardır ya insan hayatında, öyle bir dil. Dediğinin hissiyatı kaybolmayan, araya sigortavari hal hatırları sokmayan varlığını aylık değil de ömürlük icra eden bir dil. 

Bir fincan kahve gibi bir dil. 

Oturduğun yerden seyrederken zevki olan, dinlerken kaygılanmadığın, anlarken yorulmadığın bir dil. 

Yorulmak, bu ara içimizin bize en çok söylediği şey olabilir. Ya da eşimizin dostumuzun. Ya benim.

Velhasıl iletişim kuvvetli bir dil arıyorum, dediğiyle barınak değil de, rehber olan. İçinde herhangi bir şey barındırmayan. Barındırdığı her şeyi salmış olan. 

Hatta bir şeyi bıraktığın zaman yaşamaya başlayabildiğini ima eden bir dil. Sevmenin şöylesini böylesini bırakıp sevmeyi yaşayan bir dil. Gerekliliğin gereksizliği karşısında susan bir dil. 

Saz olan bir dil, derdi gamı iki ağaça teslim edip tınısını dağlara kadar uzatan bir dil. 

Dalgasını da geçen bir dil. Güldürürken düşündürmeyen zaten düşünebildiği için gülen bir dil. 

İşim gücüm bu dili aramak. O dili bulduğumda hasbihal etmek, hatta sesli olarak umut etmek istiyorum. Umuduma yol olur o zaman o dil. Sözü söğüt olur. Şifasını da aklıma getirdikleriyle verir. Ben de böyle böyle çoğalırım.

 Şimdi susuyorum. Dört paragraf öncesinin son cümlesi gibi.  


18 Eylül 2023 Pazartesi


Dikkat eksikliğim var. Şu sıra kimse dikkat etmiyor bana. Dikkatlerden kaçan bir an gibi hissediyorum kendimi. Afili cümleler kurmaya, büyük tavırlar sergileme ihtiyacım var. Dikkat çekmek istiyorum bu aralar.

Muhtemel kayboldum. Kendi içimde de bulamıyorum, ben de dikkat edemiyorum kendime. 
Eski rutinlerimi, adı sağlıklı besinlerimi, adı doğru olan eylemlerimi, sonu haklı çıkan duygularımı da kaybetttim. Şamandırası olmayan bir koy gibiyim. Gelenin attığı demirler de rüzgarımdan tarayarak terketmek zorunda kalıyor koyu. 

Güneşin ufka değdiği yerde, saçın dalgasına binip gelen bir kadın mı kurtarır beni? 
Yoksa Medusa'nın kıvrımlarının arasında boğuldum diye mi koca denizken bir koy gibi kaldım iki dağın arasında? 
Buna ömrüm yeterse nihayetine vardırırım. 

Şimdilerde cevaplarım bile, antik mitlerdeki geniş kanatlı canlıların midesinde o ufka doğru uçup kayboldu. Ancak bir savaş çıkarsa tekrar gelirler sanırım. 

Hep öyle olur ya anlatılarda; sonu gelmeyen savaşlarda, bitip tükenmiş bir haldeyken, ufuktan koca kanatlı astronomik bir şey gelir. Ve biz onca insanın ölümüne inanamazken ona bir anda inanıveririz. 

Ben de bir dinazora inanmıştım zamanında. -Biliyorum, biliyorum da neyse-. Boynumu açmıştım. Sakinliyordu boynumda.  Nasıl indiriyordu tırnaklarını, nasıl yumuşuyordu kabukları. Sanki boynun eksiği o canlıymış gibi.  
Ama biraz uzaklaşmaya görsün ateşi beni de yakıyordu. Uysallaşınca, pansuman yapıyordu sonra tekrar yakacağı yere. Ben, o zaman anladım. Benim derim ona yetmez, taşımaz bunca yangını.  Onca zaman kabuk bağlamasın, kaskatı olmasın da insan kalayım diye kendim sevdim derimi, yumruk olmasın diye tuttum elimden. 

Hiç ummazdım hayata dair bütün cevaplarımın boynuma çökeceğini. E nihayeti nefesim de orada, mucur yol gibi şimdi içerisi. Alırken başka yoruluyor nefes, giderken başka azalıyor.  Nesiller arası bir fesadı var sanırım. 
Bazı geceler kursağımda kalan bir hikaye uyandırıyor uykumdan; sanıyorum ki boynumda dinazor var. 
Yokmuş. 

Geçen gece de elimin dinazora dönüştüğünü gördüm. Koynuma geliyor sandım da boğazımı sıkıyordu sanki. Bazı zamanlar da dünüme şaşırıyorum, derimin ağırına, dilimin ayarına... Elim, dinazoru, boynu, rüyası, gerçeği topyekün birbirine girdi. 
Buradan uzak. 

Bir şarkının bize bıraktığı kalıptan bitireyim bu yazıyı;  bir gün dinazorlar biter aşklar kalır.

30 Mayıs 2023 Salı

Hayatın bir boğumunda gibiyim. Gün aydınlanmadan evvel siyahın üstüne umut eken alacalar gibi. Resmi güzel, umudu da var; lakin gel de sürecini bana sor. 

Gördüğüm yer geniş ama olduğum yer dar, tıpkı bir kum saatinin peşi sıra giden kumlarının üst üste bindiği yeri gibi. 

Koca bir ormanım varken, bir nefeslik saksıya muhtaç kalmış gibi hissediyorum. Kim geldi çöktü benim ormanıma, kim yol geçirdi ortasından, kim soktu bu iş makinalarını benim börtü böceğimin içine? 




Ben. 



Hayattaki şikayetlerimin muhattabının başkası ama derdimin sebebinin ben olduğunu farkettiğimden beri, aslolanın peşinde seyretmeye çalışıyorum. Şikayet, pastanın üzerindeki krema gibi. Fakat insanlar şikayetlerini bir kale gibi görüyor ve koruyor. Kale bile kremasıdır  bir krallığın fakat oraya girmiyorum. 

Herhangi bir şikayete sığındığın zaman derdine varmak uzun süre alıyor. Şikayet bir ot gibi; budadıkça başka kollardan türüyor. Sense bir Don Kişot gibi havaya kılıç sallıyorsun bir şeyler iyi olsun diye. 

Akabinde ömrün geçiyor, yaş alıyorsun, hevesin gidiyor fakat otlar türemeye devam ediyor. 

Sen de bir köşe de kendine yükleniyor da yükleniyorsun ekmediğin otu biçemediğin için. 

Ah be gözüm, mesele toprak... 

Mesele, senin sandığın için dışarıdan bakmadığın toprak... 

Velhasıl ben şikayet etmeyi iyi bilirim. Ömrümün uzun bir bölümünü buna harcadım. Hayırsız bir evlat gibi şikayet. Safi yorgunluk. 

Şimdilerde susturdum şikayetlerimi, hayattaki derdimin peşine gidiyorum. 

Bu, dile kolay da ömüre biraz meşakkatli. 

Dışarıdan görünmez. Yüreği su götürmez bir hal. 

Derdimi dinlemek, hakikatımın peşinden gitmek gibi bir yola koyuldum. 

Don Kişot'u severim o ayrı. Hakkı var. Hakkını teslim ederim genelde, adalet duygum on ortaklı miras kalan bir arsa gibi. 

Şimdi tıpkı o siyahların içindeki alacalar gibi derdime bakıyorum. O derdin kıymeti var. O derdin kimsesi yok, olmasına da gerek duymuyor. Benim kimselerim var. Derdime ortak aramaya lüzum yok. 

Şimdi bu ömür denen rayda, iki varlığız artık. 
Ben ve Derdim. 

Derdim benim dostum, düşmanım, sırdaşım. Her ne ararsan. Belli belirsiz dinleniyoruz yan yana, bazı zamanlar da savaşıyoruz yan yana, bazı bazı da geçiyor karşı tarafıma Allah ne verdiyse giriyoruz birbirimize. Kavga ettiklerimiz bile şaşırıyor kendimize ettiğimize... Ben şaşırmıyorum. 

Ben karşımda böyle bir şey görsem şaşırmam artık. Tanıştır bana kendiyle haşır neşir insan.

Bu derdimle nereye varırız bilmiyorum. Ama yoldayız. Derdime güveniyorum. 

Ömrüm vefa eder de gider ayak bu yeryüzüne bir şey düşürürsem ne ala.
Dünyaya bir şey bırakacak kadar hakim görmüyorum kendimi buralara. Dünya isterse alır, sen bırakmasan dahi. Ben de bırakmak istemiyorum o yüzden, düşerse kendi bilir. 

Bir gün gidecek olmamı bilmek, kendi içimin heyecanlarıyla uğraşmak, ölüme değil de kendime doğru yol almak tamamdır benim için. 










15 Mayıs 2023 Pazartesi

Sakin kalmaya çalışıyorum. 

Çok hızlı dönüşüyor dünya. Zihnim ise dünyanın etrafındaki ışık. 

Dünya leb demeden benim zihnim ayda yaşamak için yer arıyor. 
Kendini cevval bir hamle sahibi ya da görünmeyeni görecek kadar kudretli sanıyor. 

Biliyorum değil, gel de anlat.  Çok da celallenmesin diye onu biraz eğliyorum. 

Dedim ya sakin kalmaya çalışıyorum. 

Bir ara Napolyon'un savaşlarını aratmayacak serüvenleri yaşadım zihnimle . Uzun yıllar sürdü. Çok kan kaybettim. Kazandım sandıkça kazınmışım. İnce bir çizgidir. A ne ara ı'ya döner ömründe anlamazsın. İnsan kazandıkça kazar, kazdıkça yetmez. Bir dağın zirvesi gibi görünürken kazanmak, avucunda güneşi belli belirsiz gördüğün bir kuyu kalır. Ve gökyüzü çok uzak.

Kenarında kıyısında kalan anılar var zihnimde. Özlediğim dokunuşlar, öpüşler. Özlediğim gibi değiller biliyorum. Gel de anlat.  

Bir gün volkan patladı içimde. Hiç aklıma gelmezdi, kimsenin aklına hiç bir felaketin gelmediği gibi. İnsandan lav akar mı? Akarmış. Bunu zihnim demiyor, ben diyorum. Taş ettim dokunduğum her şeyi. Volkana sorsan haklı, diğer tarafa sorsan konuşamaz; taş artık. Ben de volkan değilim. Doğanın kanunu. 

Yelkenle uzun yol yapışlarımın ilk bir tanesinde, beni çarptı deniz. Ben de direndim. Ayağa kalkıyorum, yatıyorum, oturuyorum... Bana mısın demiyor, tuttu deniz. Şimdiye kadar öğretildiği gibi kalktım ayağa ve " Hadi bakalım" dercesine direndim. Yanımdaki kaptanım da, " Direnme, uyumlan. O zaman su gibi akar" demişti. Doğanın kanunu; dirençten değil uyumdan geçermiş. 

Siz günlük hayatınızda hem sevdiğiniz sulara gidip, hem de o sulara direnmeyin. Uyumlanın... O zaman doğanın sesleri içinde, rüzgarı alıp, iyot kokusu ve köpüğün beyazıyla öyle seyredersiniz ki; şehir uzak gelir.

İnsan seyir ederken bir şeylerin uzak gelmesi rahatsız etmiyor ama durdun mu zihnin yakınındakinden bile rahatsız oluyor.  İşi yok zihnin ne yapsın. O uyum filan da sevmez. boşa düşer. Sıkılır. 

Nerede kalmıştım? 

Sakin kalmıştım. Fakat dünya hızla dönüyordu.

Sakinlik bazen sükunet gerektiriyor. 

Sükunet ile susmayı karıştırmayalım. Biri seçim diğeri mecburiyet. Sesimin güçsüz olduğu zamanları çok iyi bilirim. Bazıları uykunu alamadın mı der, hasta mı oluyorsun der halbuki içimin gücü gitmiştir. Bu öncelikle insanın sesine yansır. Sesin çıkmaz. Küskün bir beste gibi çalınmamak için yüzünü göstermez dünyaya. Her zaman durucak bir sebep bulur sana zihin. 

İnsanın zihni güçlendi mi, sesi güçsüz kalır. 

Öhöm, ıhım, boğazını temizlemeye çalışmak da kar etmez. Tortular boğazında değil. Bu tavrıda zamanında yaslamışlar bize. Biz de ona sarılmışız tıpkı öfke gibi. 

Farkındaysanız bir kenarda hıçkırarak ağlayana bakmayan toplum, bir öfkeye fanatik olabiliyor. Öfke dikkat çeken ve seyir zevki olan bir şey demek ki bu denli rağbet görüyor. Her yalnızlaşan öfkesiyle markalaşıyor adeta. 

Ben markamı yaktım öfkeyle. Ağlasam serpilirdi belki, ama yakmış bulundum. 

Şimdi sakin kalmaya çalışıyorum. İçimdeki uhde ve zihnim hemhal olmaktan vazgeçene kadar ben bir kenarda sükunetimi koruyacam. Elbet sıkılırlar birbirlerinden. İkisi de aynı. İkisi de birbirini sevmediğini anladığında ben kendimi sevmeyi doya doya yaşayacam. 

Ve inanın buna, sevgiyle...



















30 Mart 2023 Perşembe

 -Çoğunluk girdabında boğulmamaya çalışıyoruz. Taneliğin niteliği, suyun ivmesiyle arada görünüyor o kadar. Nasıldır ki bu kalabalığın tuzağı, insan kendini duymamak için düşüyor.  

-Nedir kendiyle alıp veremediği insanın?  Elinde olan tek şeyden canhıraş kaçmanın sebebini hiç düşündün mü? 

-Bu benliğin bire birde hiçe sayılırken kalabalıkta kabul görmesi çok yorucu. Mikrosu eksik, makrosu kendinden tamam. Ama kendi hiç olmadı tamam. 

-Bir kısır bu; sonuca soru sormak. Yararı olmayan politikacı gibi zihin. Etkileyebildiğini de unutup iyice etkileniyor. Bir yana yatmış tekneler gibi. Gidebildiğini unutmuş. Ama herkesten çok görmüş. Ama toplum onu anlamamış, ama o toplumu anlamış. Mışıl mışıl beyin fırtınası. 

-Şu sürekli derman dileme halinden bıktım.  Diğer yandan da bu dileme hakkının sadece ihtiyaca mecbur bırakılması da dilek dediğinin aslına ters de neyse. Gönülsüz dilekten felek doğar! 

-Tembellerin talepleri sırtımı yere getirdi çoğu zaman. Tuş oldum bir kırılmamış dize. Bir görmemiş göze. Bu da benim tuşluğum... 

-Ancak dilimizde kendimize olan inancımız, eylemde karşı kıyının rüzgarı gibi. Eskiler uğraşmamak için " söyleyen gitti " derlermiş. Ben de sevdiğin gitti diyorum. Sevdiğim, kendim. Gitti. 

-Bazı versiyonların idrakı zor oluyor. Zihnin, yeniliği bir düşman gibi kovuyor, korktuğunu da söylemiyor. Sen zannediyorsun şavaştın da kazandın. Senin kapıcı güçlü zannediyorsun. Dışın sana hallettiğini söyler halbuki elbet giden geri gelecek, sofrandan yiyip doyana kadar. Sen sofranı diri tut. Kendin için yap. Evin yol üstü, muhakkak ki biri uğrayacak. Sebebi ne olursa olsun... 

-İnsan, olmayana olandan daha çabuk ve sıkı inanabiliyor. Olasılıklar yüzünden olanı ezip geçen bir terazimiz var. İhtimale, görmediğine gördüğünden daha çok değer veren, kendine rehber edenler var. Olmamış şeyleri olanlara yedirmediğimiz zaman, olan da büyüyebilecek. Kurban isteği son bulsun. 

-Son olarak içimizdeki korkulara milyon farklı tabir bularak, kendine dokunulmaması için harcanan enerjiyi korkuları yenmek için kullansak, hakiki zenginliğin tadını çıkarırız. Tadını almadığını insanın canı çekmezmiş. 

Senin bu dünyadan dileğin, talebin, isteğin, arzun ne?  Ama bana söyleme. Sende kalsın. Sen bil. 




12 Aralık 2022 Pazartesi

Senden tek ricam var; kalbine sahip çık... 

Kalbin etraftan daha mühim. Etraf değişir, sistemler değişir, seçimler değişir yanına kalan kalbin olur.  Zaman zaman dünyevi dertlerin, zihninle birleştiğinde akıl almaz bir hal alır.  Aklın almadığı zihin oyunlarının peşinden gitme... Aklın almadığı tek şey aşkın olsun, onun peşinden git. Bu dünyadaki tek teneffüsündür aşk. Onu da zihnine heba etme. Zihnin toprağına aşkını gömersen, "keşke" dışında bir şey yetişmez. 

Aklın almadığı günlük şeylerin peşinden gittiğinde, bir hurafe yüzünden töre cinayeti işlemiş bir çocuk gibi kalakalırsın kendi dört duvarında. Sevdiğin ya da tanımadığın birinin yaşamına neden son verdiğini anlayana kadar aklın başka bir şey de almaz olur bu dünyada. Sen başkasının düşmanını yok edeyim derken, kendine düşman edersin kendini. Gönlün senden uzaklaşır... Seni ilelebet götürecek tek şey olan gönlünü de başkasının korkusuna kurban edersin. Sen kendi içine odaklan. İnsanız elbet korkarız fakat korktuğun şeylerin mesuliyetini başkasına yükleme. Sen git üzerine, sen çöz kendini. İnsan, kendiyle olan yolcuğu başlamadan başına gelenin kıymetini bilmezmiş... Dilerim sen dünyanın bütün kıymetlerini bilirsin...


Aklın almadığı yerde bir seçim de olmaz. Bakma sen modern zamanların güzellemesine, akıl almaz olaylarla kendini oyalayanlara...  Dünyanın hafızasında duygular akla bu kadar yatmasa, böylesine miras bırakılır mıydı nesiller boyu? 

Aşkından dolayı yaptıkların akılsızlık gibi lanse ediliyor şimdilerde. Akıl ve vücut kar etmese bu kadar besler mi hiç bu duyguyu? Bu çağın işi gücü insanlığı kısıtlamak, stabil tutmak. Bakma sen histerilere duygu diyenlere akıl almazlıkla bağdaştıranlara; akıl duygunun yaveridir, başkasının takdiri değil. Sen önce duyguna, sonra aklına sahip çık ki, kendinle ters düşmeyesin.  

İnsanın yegane yaveridir kendi... Hem bulamazsa kendini nasıl görsün dengini? 

Önce insan yola çıkıp kendine sora sora, göre göre bulmalı kendini.  Başkasının ona anlattığıyla olmaz o. Seni doğuran bile olsa o değil ki kendi. Sen kendine bir yol, ömrüne gün ol. Elbet karşına başkalarında kendini arayan çıkacak, kendinden kaçıp da başkasına düşenin vay haline...  

Kendini bulmalısın ki;

Kendini bulmaktan kaçanın sözüyle yola çıkmayasın, kararsız denge iki söze hemen değiştirebilir yönünü, başka bir yöne gider, sen başkasının yolunda yapayalnız kalırsın. Yol senin olmaz, kendin sende kalmaz... 

Senin cevherin kendiliğinin sandığında parıl parıl parlarken, akıl bunu bilirken ne kadar katlanabilir bu cimriliğe... Ne kadar yorar ömrünü? Sen ne kendini ne başkasının ömrünü yorma. Ömür yaşanmak için, bir lütuf. Sen onu, tanımadığın dertlerin külfeti yapma... 

Velhasıl aklınla kalbin yolu birdir. Bunları ayırdın mı cereyan yapar, için o zaman sızlar. Sen o yüzden kalbine sahip çık... 

İçini sızlatma... 


21 Ekim 2022 Cuma

HATA

  Görünmeyen hatalar var. Asıl yapanı belli değil, görünmez. Ararsın kimin hatası olduğunu. İçindeki hafiyeyi bir hayli uğraştırır .  

Hata,  adeta sahibi olmayan yavru bir can gibidir. Kimse nasıl büyüyeceğini bilmeden almak istemez. Hatasını bile kendine uygun seçmek ister. -Bilmez ki uygun olmayan ona düşmez -. Sonu belli olsun ister,  hatayı bile bilerek yapmak ister. Onu da bilir insanoğlu! Bilerek yapar, ben biliyordum der... Hatanın bile tadını çıkaramaz. Sürprizinden çekinir hatanın. Sonundan korkar da başına güvenir. 

Halbuki cevher gibidir hata.  Arayıp soruşturduğunda, aslına vardığında görürsün hatayı. Cevher gibidir ya hata, salt kazanım hissi vermez. Piyango çoşkusunu bulamazsın o cevherde. Öncelikle bir hazım sorunu yaşatır. O aidiyeti hissedemezsin.  Sesli sesli reddeder, arada yutkunurken kabul edersin. Sustuğun cümleleri de diyemezsin, çünkü insanoğluna giz vermişler.  Bak onca mitlere... Boşuna mı bu miras?

 Lakin her yutkunduğunda daha bir ciğerlere iner demediklerin. Ciğerinden yanarsın da bir şey diyemezsin. Sonra bunun telaşı başlar. Hataya uyandın bir kere, gel buyur sıçramalara... Ciğerine değdi artık, bünyene güvenmekten başka çaren yok. 

Sen ki giz seven cevval, bünyesine de güvenemeyen gizli kahraman... 

Buna telaş edersin, edersin de telaş da önemini yitirir bir yerden sonra, aksırmak gibi gelir kabul. Bir bakmışsın direnmeyi unuttuğun bir an kabule düşmüş yolun. Sesli olarak kabul edersin. Yavaş yavaş sesinin tınısı gelir yerine... Tok bir sesle, doymuş bir sesle kabul edersin... İnsan açlığını ilk bu zamanlar yitirir, doyuma buralarda varır. Açgözlülüğü kaldırır rafa, doyduğuna şükreder...

Aç kalmış insanlar başkalarının hatalarını görür. Kazanım zanneder başka madenleri, magazindir halbuki... İnsanlar kendine yoğurur gibi davranıp başkasına yedirir hatasını, bu sebepten bilmeyiz hatanın lezzetini... Ve bu damak tatsızlığımız ile övünürüz.  Tenekeleşmiş kalplerin çoğu bu tatsızlıktan...

 Hatanın bir diğer başarısı saklanabilir olmasından gelir. Emek ister hakiki hata. Yattığın yerden olmaz. Hata dediğin öyle bir saklanır ki; her bakan başka bir ucunu görür de tamamına kani olamaz. Bir sen görebilirsin tamamını, hata senin gizemini çözdüğün evrenindir oysa...

 Bir gün yerin değişir, hatan değişir, ışığın vurduğu her yerde yeni resimlere denk gelirsin... Her resimi iyice inceleyip cebine koyarsın. Onlar orada birikedursun. Biriksin ki, bi zaman sonra cebindeki  resimlere hızlıca baktığında film olsun... 

30 Ağustos 2022 Salı

 Yarım. 

Ne demek diye sorsan bitemeyen bir cümle ile girerim konuya. Öyle yüksek enerjiyle başlarım ki cümleye, öyle kitabi...  Ama sonunu getiremem. Sanki biri tutar dilimi. Tıkanırım yarımı anlatırken bile. 

Öyle bir yarım. 

Hatrı kalan bir şey bu yarım, devamının tamam olduğuna inandığın vehayut evvelinin tamamına inanmadığın. Evveli senin oysa ki. Senin tamamsızlığın ve bugünün yarımlığı. Nerden baksan ahmakça. Ama ahmaklık bazen öyle...


Günlük dertlerin tamamını unutup, varlığımın yarımına düştüm. Biri çelme taktı. Ya da bir çelmeye takıldım. Ya da çelme uzun süredir takılayım diye gerim gerim geriniyormuş da, bir sarhoşluk anında bin kilometre gidip takıldım. Takıldım işte, süsleri bir kenara bırakalım.

Velhasıl çelinen ben, bir hayatın ayağında bir süre yüzü koyun yattım. Kalktım az biraz, belimden doğruldum. Yüzü vardı. Yüzü için birkaç bin kilometreden daha düşebilirmişim gibi hissettim. Yüzü, benim herhangi bir şeyin yüzünden yapmadığım herşeyden daha yüzünden idi. Ve ben onun yüzünden uzun süre öylece kaldım. Gözlerim kaygıların arasında anlamaya çalıştı ne olduğunu...

İnsan bir süre yatınca da yarım kalmış hissediyor.  

Garip bir halüsinasyon bu yarımlık. İnsanoğluna sanki aklı erdiğinden beri empoze ediliyor. 

Bazı hayatların yarım kaldığına inandırılır, her ölüm erkendir, uykun bölünmüştür, işten çıkarılmışsındır, okulundan diploma almamışsındır, dağın tepesine tırmanamışsındır... Bu liste uzar da gider, bunlar gizli yarımlığıdır hayatın. Tamamının bu olduğuna inanmaz insan ısrarla. Sürekli olmamış bir gelecekten bir şey bekleriz. 

Duygularımız mesela, yarım kaldı denir...

Hiç korkma halindeyken bir anda korkmamaya başladınız mı? Ve bu halin içinde yarım kalmış gibi hissettiniz mi? Sanmam...

Korkmanın yarıda kesilmesi bir başarı gibi lanse edilir.  Bir şeyi alt etmişsindir. Daha varsındır. 

Söz konusu sevmek olduğunda adı yarım kalmak olan durum, haz veren bir şey olmaz. Eksilmiş gibi hissedersiniz. 

Halbuki yarımlıksa yarımlık... 

Yarımlık görece değiştiğine göre, tamamın peşinden koşmak da koşu bandında yakılan kalori gibi... 


Yarımlığım benim, tamamlığın çaresizliğini yeniyor gibi. Bir kaç evreye -tamam- ederim yarımlığımla ilişiğimi. 

Yarımım ben. İronik bir yarımlığın içinde tamamlanma arzusu ile uğraşıyorum. 

Tamamlanma arzumdan vazgeçmeye başladığımdan beri, olanın olduğuna teşekkür ediyorum. Bu laf değil. Sadece zaman zaman çocukluk refleksim geliyor aklıma ve keşkelerle dans ediyorum. Bazen bir sızı oturuyor burnuma ki... Ama yine de bir yerde teşekkür ediyorum...


 



9 Ağustos 2022 Salı

?

 Hangi şarkı anlatır senin derdini? 

Hangi şiirde ahvaline derman bulursun? 

Hangi memleket senin çocukluğundur? 

Ya da hangi insanda kendine gelirsin? 

Bir yolsa bu ömür dediğin, durağa arzun nedendir? 

Sadece iki soluk almak için mi sarılır insan bir diğerine? 

Yoksa evladiyelik dediğimiz şey mi birleştirir bizi? 

Bilmediğimiz halde neyi geleceğe teslim ediyoruz?

Ya da neden düne emanet bugünün duyguları?

Neden olmamışlar yüzünden olanı yitirmek asli görevimiz? 

Neden bir tasvire ihtiyacı var hislerimizin? 

Bir diğerine anlatmak arzumuz neden? 

Neden haklı çıkmak istiyoruz yüzyıllardır haksızlıkla dönmüş bu dünyada? 

Tarihe inat bu haklı çıkma gayretimiz neden? 

Neden bütün bize, bugüne  ait olmayan şeylerle değerimizi ziyan ederek güçleniyoruz? 

Hakiki güç yaşamak iken, neden ölümün gücüne sığınıp varoluyoruz? 

Bildiğimiz varken, bilmediğimize sığınmak neden? 

Yorgunluğunu bir apolet gibi taşıyan insanlardan olmaktan başka çaremiz yok mu? 

Yorgunluğun apoletindeki bir yıldız olmaktan vazgeçip, evrendeki bir yıldız olmayı seçmeme sebebimiz nedir? 

İnsan sevdiğini susuyorken, neden kızdığını oluk oluk döküyor? 

İnsan kızdığı şeyleri sevdiğini ne zaman idrak edecek? 

Onu rahatsız eden her şeyin ona dair olduğunu ne zaman kendine söyleyecek? 

Ne zaman gönlüne zihninden öte kıymet verecek bu insan? 

Kim öğretti bu bir sürü hazzı olmayan rolleri, kimlikleri? 

Kim seçti bu ağır abi olmayı, hanım ablalığı? 

Kim kalbi iki kalıba sığdırıp öldürdü? 

Kim milyon ihtimali, kıçı kırık bir kaç seçeneğin içine sıkıştırıp boğdu?

Kim özünü bulmak yerine bir logoya kurban etti hayatını? 

Kim bu vefayı kurbanlık koyun, sefayı da cehennemlik domuz diye lanse etti? 

Kim sevgiyi boyun eğmek, gitmeyi ise bir başkaldırı olarak anlattı bize? 

Kim bu yorgunlukların, aidiyeti olmayan kaygıların sebebi? 

Kaygı ne ola ki? 

Hani ölüm var bıdı bıdı diyorduk? 

Ne ola bu kaygı? 

Ölmeyeceğini düşünenlerin markası mı bu? 

Ölene kadar yaşama arzusu olmayanların gardı mı? 

Ya da anne, babanın sana verdiği bir kalkan mı bu kaygı? 

Kim bu bizi dünyaya getirip, gönlümüzce yaşamamızı engelleyenler?

Kim bu yaşam ödülünü cezaya çevirenler? 

Kim bu doyduğuna sevinmeyip, yarın aç kalırım diye hırçınlaşanlar? 

Kim bu yazıyı buraya kadar okuyanlar? 

İnan bu soruların hepsi benim, hepsi sensin... Yaptığını da, yapmadığını da seçen sensin. Bunun sorumluluğunu başka bir şeylere yüklemenin manası yok... Sen de biliyorsun... Senden öte köy yok bu dünyada... Ne zamana ki bu dünyanın en güzel köyü olduğunu farkına varırsın, o zaman toprağın kıymetlenir, kalbin verimi artar. Sonrası da işte, dünyalık...


6 Ocak 2022 Perşembe

 Yoruldu günler. Sabahın nuru gitti, gündüzün hayrı. Derdi ortak ettik şimdiye. Gerdik gönlümüzün yayını. Ne öteki yaptı bunu bize, ne beriki; içimizdeki yaptı. Bunca gamı, derdi sen ben giydik. Kırdık yüzümüzü, yapıştırdık tekrar. Kırıldıkları yer hala aşikar... 

Yoruldu yarınlar, daha gelmeden bugünün yorgunluğunu anlattık bilmediğimiz yarına, bildiğimiz gibi oldu yarın. Baktık bildiğimiz gibi, hemen buyur ettik. Bize tanıdık olsun yeter, hemen veririz bizim sandığımız malı mülkü. Hemen veriririz yaşama hakkımızı. Sana bana öğretilen her şeyin tamah etmek üzerine olması boşuna mı? Sen yeme, içme, hakkın da değil yaşama; lakin tanıdık birini buldun mu hemen yaşat. Çünkü tulumbayız biz, suya boyu yetmeyenlere su çekmek için gelmişiz. Velhasıl ver Allah'ın suyunu, Allah'ın tembeline. Sana kalmazsa su, bırak Allah'ın sana verdiği güç var. Ona vermemiş, senin sırtına vermiş... Olsun... Sen yor yarınları, hayra değil de bugünün aynına yor... 

Bilmediğimiz şeyler korkutuyor bizi. Çok güçlüyüz tabii, bize bir şey olmaz da, bilmediğimizden korkuyoruz. Bilinmezlik bizim zayıf noktamız. -Hadi kalk gidelim, öğrenelim desek ona da yoksun, belki de Allah'ın tembeli buradan da tanıdık geliyor, ama biz bilmiyoruz-  Seviyoruz bilinmezden korkmayı, bildiğimize de çökmeyi.  Ömrünü çalana iki söylenip tatmin olurken, ömrünü paylaşanı da döve döve öldürüyorsun. Yakınına uzak olanın, uzağına yakın olması da normal. Sana yapılan, sana da bir yerden tanıdık geliyor di mi?

Yorduk dünlerimizi, anlat anlat onlar da yoruldu. Bugün de yaşanacak bir şey bulamayınca, geçmiş hikayeleri güzelleye güzelleye anlattık, bire beş kattık, eğriyi doğru yaptık. Kim aksini iddia eder? İspatlasın, o ispatlayana kadar ben zaten bire on katarım. O doğruyu bulmak için çalışadursun, benim bir hurafem başkasının on doğrusuna denk. Dünü dünde bırakmadık, sündürdük de sündürdük. Esnedikçe rengi gitti. İnsanlar bugüne kıymet veremediği için dünün güvenine sığındı, hallaç pamuğu gibi oldu; bugünün kendine güvensizliğiyle dünün hikayesinin şefkati...

Yorduk insanlığımızı,  neşe yerine keder bağları ile sevdik birbirimizi. Kederi tanıdık olanı yakın bulduk. Kendiliğimizin verdiği huzuru, beğenilme kaygısına teslim ettik. Güldüğümüz anları ekrana, duyduğumuz sesleri kulaklığa devrettik. Durduğumuz yerden hasta ettik kendimizi. Durduk çünkü. Yaratımımızın aksine, herkes büst olmak istedi. Küstü doğa, açmak istemedi. Kendimiz gibi onu da beton etmek istedik. Betonu yerle bir etti doğa, bir biz yerle bir edemedik olmadık düşüncelerimizi. Herkes birbirine soru sordu da, bir kendine sormadı. Kendi yediğinin hesabını başkası ödesin istedi, herkes böyle isteyince de ortada başkası kalmadı. Başkası herkes, herkes de kendi oldu. Kendi herkes olamadığı için yorduk insanlığı... Herkes, herkes ona hizmet etsin istedi. Kendilik bir lokma ekmek bulamadı... 

Öldü kendiliğimiz. Yorgun düştü. Bir sürü farklı rengin, türlü değerlerin, sayısız ihtimalin olduğu kendiliğimiz, kendini dümdüz bir otoyola, küçücük bir ekrana yeğledi... 



22 Aralık 2021 Çarşamba

 Küçüktüm, kalbim çarpmıştı... Aşık olmuştum. Aşk ne demek bilmiyordum bile. Tanıdıklara, aileme sordum. Anlatılanlara göre aşık olmuştum. Dün gibi hatırlıyorum, kalakaldığımı. Sadece olduğum yerden onu seyretmek istiyordum. Ona bakmak... İlk canlıların kendine yabancı bir başka canlı gördüğünde idrak süreci vardır ya, Adem gibi bakmak istiyordum sadece. Konuşmak bile değil... 

Denizi hatırlıyorum, sanki her dalgasıyla başka bir coğrafyadan tutkuları taşıyordu köpürmesiyle. Bense dünyanın aksine duruyordum. Hareket edersem ne olacağını bilmez bir halde... 

Aşk nasıl yaşanır diye araştırmaya başladım. Bilmiyorum. Ama yaşamak da istiyorum.  Tabii benim çocukluğumda bir bilgiye ulaşmak için yalnız kalmaman gerekiyordu. Yalnızlık, hele ki küçüksen hiçbir şey öğrenmene vesile olmuyordu. Bizim zamanların Google'ı eş dost, şayet boyun yukarıya yetiyorsa da ansiklopediler... Ve benim boyum yetmiyordu o zamanlar... Sormaya başladım. Anlatmaya başladılar. Yetmedi ben tekrar sordum, her bir cevap bir soru doğuruyordu. Sorular cevaplar... Anlatılanlar, anlaşılmayanlar...  Peki ya benim çocuk kalbim? Hiç bir cevaba yavaşlamıyordu. 

Eskiden, yaz mevsiminde de duygusal şarkılar çalınırdı kasetlerde. Ve bir çok şarkı, tanımadığım biri sanki beni duymuş da, benim için yazmış gibi geliyordu. -Nasıl? Bu kadar mı belliydi benim aşık olduğum? Halbuki ben sadece durmuştum, ona rağmen herkes anladı mı?- Ben aklıma kazınan şarkılarda, onu gördüğüm anı tekrar tekrar yaşamaya başlamıştım. Her seferinde aynı... Aşık olduğum zamanda sıkışmış gibiyim. Sanki ben o arada sıkıştım kaldım... Hareketsiz. 

Velhasıl anlatılanlara göre aşık olmuştum... Ve anlatılanlara göre yaşadım aşkımı. Bilerek yaptığım her şeyi bana anlatmışlardı. Böyle yapılır, şöyle olur, onun karşılığında o da böyle yapar... Kalbimin atması dışında her şey sanki planlanmış gibiydi. -Planlı zamanların arasındaki plansız ve ansızın doğan anlar dışında. - Ama anlatılanlara göre devam etmek, benim anlatılamayan zamanlarıma kar etmemeye başladı. Anladım ki anlatılanlar, anlaşılanlar değil de üstü örtülenler...  Benim aşkım da doldurulmuş zihnimin izin verdiği zamanlarda füturunu yitirmiş bir biçimde zaman zaman da olsa yaşanabilmiş...

Gereklilik kaygımız bitmedi bir türlü. Anlatıldığı gibi yaşanınca bir şey, anlaşılmazın gizemi, peşinden gitme arzusu, dünyanın bilinmezliğini ve bilinmezliğin heyecanını da ziyan ediyor insan. Bilmediği yoldan geçmiyor, merak ettiğini yaşayamıyor. Dünya, ihtimali sayısız bir sürü yol iken, coğrafyanın labirentinde sıkışıp kalıyor. Bir öncekinin ayağını kaldırdığı yere atıyor adımını, adına da başarı diyor. Kendini bir başkasının geleceğinde görüyor,  yaratımının onu eşsiz kılmasına rağmen... Bu kurgusal vasatlık devam ediyor da ediyor. Ölüme de bu kadar üzülmemizin sebebi de bu sanki.

Dünyadan gidenler sanki bir mesaj gibi, kalanların okumamak için başını öne eğip ağladığı... 


29 Ağustos 2021 Pazar

Cambaz

Sıfırın oralarda bir yerde bir seyir
Bir desen değil, eksiği var desen yok. 
Sıfırın üstünde adeta bir ip cambazı gibi yürüyorum. 
Maharetim izlenmeye değer. 

Gözün takılsa devamı gelir, bi dikkatini çeksem birin
İkisi de olur üçü de
Ama dikkat çekmek de istemiyor içim. 
Sıfırla olan bağım ne henüz bilmiyorum. 
İçimin bildiğini anlayabilene kadar cambazlığa devam...

Güzel oyunlar oynarım kendime 
Bazen geçerim karşıya seyrederim eşin dostun gördüğünü
Bazen düşerim içime gözüm görmez olur sevdiğimi 
Varımı yoğumu bi hayale yüklemişim
Alaaddin'in uçan halısı bile taşıyamaz benim varımı.
Yoğumu da ben... 

Halden hale geçerim, insanlar burcum sanar
Yorulur bazen düşerim dizim kanar
Alırım dersimi, iki üç güne geçer 
Ben seyrimi bozmam sıfırın oralarda... 

Bir olmaktan çekinirim her hal
Eksilmekten de korkarım içten içe,
Kimseye söylemediğim saatlerim var
eksilmekten korkarak geçen...
Kalkıp otururum kendi başucuma 
Kendimi sakinleştiririm... 
Bilirim ki; korkmak davet etmek,
Korkmak sarılmak tekrara.

Aynı yoktur zamanda, bunu da bilirim
Ama bildiğimin bildiği yok.
Dedemin lafları güzeldir lakin dedemin zamanında. 
Bu zaman ile dedemin zamanı dövüşür zihnimde
Mindere düşen ben olurum sabaha kadar...

Bir cambaz gibi kalkarım sabah yataktan 
Seyrime başlarım sıfırın oralarda bir yerde
Kimse bilmez diyemem, görünür varlıklarız nihayetinde.
Görünmekten de korkmuyorum pek, ne ipin altında ne de ipin üstünde...









2 Mayıs 2021 Pazar

Kalbim yok

 Kalbimi koyduğum yeri unuttum. Kaybetmedim, evdeyken attığını hatırlıyorum. Ama uyandıktan sonra bulamıyorum. 
Bütün bunlar uyudum diye mi oldu diyecem ama her olana kendinden bir sebebiyet arayan insan olmak da bir hayli yorucu. 
Ben yorulmak istemiyorum. 
Zaten kalbim yok. Bir de yorgunluk. 
Velhasıl uyudum. 
Hatırlıyorum... 
Her gün olduğu gibi... Bir anlam yüklemeden uyudum.
 
Zamanda geriye gitmekte iyi değilim. An be an hatırlamam neler olduğunu. 
Genelde bütün hayatımız, büyüklerimizin bizi yönlendirmesiyle felaket tellalı olarak biçimlenmekle geçtiği için, bu anı yaşamak yerine sonraki anı kurguluyorduk.  Böylece lokum gibi ziyan ediyorduk şimdiyi. 
Bu sebepten herhalde, ben hatırlamıyorum ne yaptığımı. 
Muhtemelen sabahı düşünüyordum çünkü 
Ve sabah düşündüğüm gibi olmadı. 

Şiirsel olmamaya çalışıyorum ama kalbim yok diyince de insanların aklına romantizm geliyor. 
İnanmazsın; şiirin olmadığı gibi yok kalbim. Şiir de yok artık. Bir çok şey yazı gibi dümdüz.
Tanımlar, tavırlar hatta eski ormanlığın içinden geçtiğin için, yavaş gitmek zorunda olduğun yollar bile yok, onlar bile dümdüz ve pahalı. Pahası ise sana bir şey katmıyor.  En azından orman iki gram insan ediyordu bizi. Asfalta kaptırdık dedelerimizi. 
Dedelerimiz gibi kalbim de yok artık. 

Şimdi annem burda olsaydı şey derdi... 
Hepimizin aklına bir ata gibi yerleşmiş anne sözü gelecek. 
Demiyorum. 

Ayrıca annemin söylediği ve sonradan sevdiğim sözü "Bu kadar katı olma, biraz esnek olsan ne olacak? " idi. 
Ki haklıydı. Katı olmak mutlak sonu getirir, adeta big bang! 
Denizleri o kadar sevmeme rağmen nedense katılığı taraf şeçmişim. Ama toprakta yelken yapılmıyor...

Her seferinde kıyafetlerini katlayan biri olmadım hayatımda. Yere de atmıyorum ama öyle mağaza çalışanı gibi de davranmıyorum yatak odama. Velev ki gece düşürmüş olsam kalbimi, kirlilerin yanında olur nihayetinde. Bütün kıyafetlerimi iç dış edip makinaya atmama rağmen bulamadım. 

Çok zormuş böylesi... Dünya, masalını yitirmiş gibi. Sadece bilgileri var. Sadece zihin akıl... İnan "abbooooov" diyor insan. Mesela arka bahçemdeki ağacın yaprağına bir şarkı hediye etmek isterdim şimdi kalbim olsaydı. Ona güzel bir ezgi duyurmak, yaprakların damarları uyansın salınsınlar diye. Doğanın sesini, insanın buluşuyla dans ettirmek isterdim. Şimdiyse sadece acaba yoldan odam görünüyor mu diye bakıyorum...

Kalp kalbe karşı da diyemem artık. İnanmaz eşim dostum bana. Bir de yalancı duruma düşmek istemem. Ki çok sevinirdim kalbim, bir arkadaşımda karşılık buldu mu! "Vay ulan" derdim içimden, "Yaşıyoruz hakikaten, bundan öte ne olabilir ki!" 
Ama şimdi demem. Ayıp ederim geçmiş hissiyatıma. 

Daha kalbimin yokluğunu fark ettiğim ilk saatlerde bile kendimi başka bir gemiye atılmış bir kürek kölesi gibi hissediyorum. Anıları, ataları, hayalleri, ümitleri kalmamış... Eğer ki yakında bulamaz isem mutlak boğulurum dünya gemisinin altında. 

Halbuki hatırlıyorum attığını evdeyken. Ama uyandıktan sonra bulamıyorum. 
Uyudum diye mi bunlar oldu diyecem ama her olana kendinden bir sebebiyet arayan insan olm...

30 Mart 2021 Salı

Hastalık

  Hastalanmamaya çalışıyorum. Bunca koşunun arasında durmayı seçiyorum. Önceleri daha savruktum. Bir şeye inanmamayı seçmek daha uygun geliyordu. Her seferinde değişiyordu parametreler ve inanmamak istikrarı sağlanacak en kolay şey idi. Yormuyordu beni. İnsan, inanmamayı seçtiğini zannettiği bir çok anda bunun seçim değil de sığınmak olduğunu pek anlamaz. Benim farkı anlayışım erken oldu, hem de inanmamanın yakışıklılığına rağmen. Reddetmek yalnızdır. Yalnız gibi görünür daha çok, sürüyle inanmayan yalnız kalabalık vardır bir yandan. Zanneder ki insan, yaptığı şahsına münhasır.  Ben bu yakışıklı gençliğimi, şık reddedişlerimi inanma ile bir kenara bırakmaya başladım.  Kaykayımı bir kenara koyup yürüyerek büyümeye başladım. Sonrasında oturdum, dedim ki; " Ben bu duruma inanıyor muyum?" 

Demek inanıyorum dedim kendime, sorduğuma göre... İnanmışım. 


Başka bir yöne girdi zihnim hastalanmamak adına.  Sanki inanınca ihtimal artıyor gibi, farkındalığın gelişince bir sürü durum çarpıyor gözüne. Daha korunaklı ama daha kaygılı... İnanmanın zihinde yarattığı bir sürü varyasyon var. Hele ki benim gibi üreten, kurgu yetisi yüksek bir zihniniz varsa. Selam verip borçlu çıktığın bir zihin bu. O zihindir ki; leb demeden Çorum'un Nüfusuna kadar gider. Bol aksiyonlu az eylemli bir karışıklığın içindeyken bile olabildiğince hastalanmamaya çalıştım. 


Artık takip ediyordum rakamları, sayıları, ne kadar insanın etkilendiğini, kaçının ömrünün vefa etmediğini... Gördüğüm şeyler netti artık. Netlik ise insana garip bir ruh hali katıyor. İçine düştüğüm ihtimallerden hesaplayarak, hastalanmamak için her şeyi yapıyordum. Sadece kendimi değil çevremi de kontrol etmeye başladım. İnsan oğlu net olarak gördü bir kere, bir'in milyarlara tesir ettiğini. Yön verdiğini. 

Sayılar çokluk hissi veren ama her an yok olabilen bir varyasyon. İnsan sayılara fazlaca sığınır. güvenir. Çoktur, vardır vesaire... Ama sayılar dediğin şey göz açıp kapayıncaya kadar sözel bir hal alıp masal olabilir.  Bense bu rakamların hırçınlığında kendimi kontrol ederek hastalanmamaya çalışıyorum.

Bu dönemler çok fütursuz, hastalığın kaybı herkesin başına gelebiliyor. Hastalık yönetilemez bir şeymiş bunu da gördüm. İnsan hayatındaki her şey gibi hastalığa da sığınıyormuş. Ben henüz öyle bir evrede değilim, olanları kabul etsem de sığınmıyorum.  Ve  herhangi bir yere sığınmadım bu evrede hastalanmamaya çalışıyorum. İnsanların bu vurdumduymazlığı, birlik bilincinden uzaklığı, sizden bizdenciliği, benim dediğim doğruculuğu, kendini üst bir yerde görmesi... Bütün bu insanlara rağmen hastalanmamaya çalışıyorum. Bu duyguların peşine düşüp hastalanıp mutasyona uğrayan insanlar gördüm, birbirlerinin etlerini heba ettiklerini gördüm, günü kurtarmak için ömründen vazgeçtiğini gördüm. Bu çağın en büyük hastalığıydı bunlar...


Ben bütün bu gördüklerime, akıl tutulmalarına rağmen hastalanmamaya çalışıyorum. Kendimi, varlığımı koruyup çarkın içine girmemeye çalışıyorum. Çarkı kabul etmiyor değilim, evet böyle bir çark var.  Evet bu çarka dişli olmaya ihtiyaç duyan sürüyle insan da var.  Ben, insan vasfımı yaradana nankörlük etmemek adına bir dişli gibi geçirmek istemem. İnsan oluşumdan ve kabiliyetlerimden hoşnut olduğum için bunları doya doya kullanmak isterim ve dengim olana dengesiz bir ihtimam göstermem, göstersin de istemem...

Gün gelir bir gün beni bu hastalık vurur, veda ederim hayata... Orasını şimdiden bilemem. Niyetim ömrüm vefa ettiğince hastalanmadan devam edebilmek. Dünyada olan 8 milyara yakın insanla dünyamızı dolu dolu yaşamak, doğumdan gelen haddi bilmek, yaradana saygı duymak ve yaşatan doğaya minnetimi sunmak adına hastalanmamaya çalışıyorum.




7 Ocak 2021 Perşembe

 İçim bir garip bugün. 

Devri alemime düştüm, durduğum yerden.

Hatıraların içinde saydam bir seyyah gibi...

Uğradım şimdi dokunamayacağım her bir anıma, 

Sarıldığıma, sevdiğime, yorulduğuma hatta kırdığıma bile...

Kucağına kıvrıldım birinin, sustum duymadığında.


Rüyamda sabrettim bugun.

Bir anlık bir şey olduğunu bildiğim halde rüyanın, 

Sabretmeye kalkmak da büyük cesaret. 

Ettim ama; 

Gerçekte etmedim...



Ben şimdi hangi günümün neresindeyim bilmiyorum

Hangi hatırın kenarına takıldım da düştüm? 

Zamanda büküldü umudum sanırım, 

Ben ise bir aksırık kadar çabucak sırt döndüm bugünüme. 

Tek derdim aksırırken ağzımı kapatmak idi oysa, sırtımı da dönmüş bulundum.

Nezaketen yaptığım şeylerin felakete dönüştüğü anlardan biri...

Felaketten korkuyor değilim de, 

Sırası mıydı şimdi buradayken aklımı dünlerden toplamanın?


Dünümü bugünüme tekrar tekrar anlatmak beni bi hayli yoruyor. 

Hem bugünüm yarım heves, hem dünüm bir bozuk bana.  

Yarına bir keramet diler de yüzümü yıkarım...


19 Ekim 2020 Pazartesi

Gibi

Nihayetine varmadı niyetlerim,
Dilekler sanki kumara düşmüş bir kaç iyi an ama hep kasa kazanmış. 
Benim gariban niyetler don atlet evde,
Sabrın sonu selamet rivayeti gibi.

Bir zaman sokmuşlar eşekliğimin aklına karpuz kabuklarını,
Ötesi benim temiz sabahlarımın aymazlığı...
Birinin bana sarılmasından vazgeçtim,
Zilim bile yanlışlıkla çalmasın istiyorum
Günaydın rivayet gibi.

Yarın, cennet vaadi adeta
Göreni duyanı yok ama biri demiş gitmiş. 
Aksini iddia etmeye içim el vermiyor,
Elim de, kalan son şeyini tüketmek istemiyor, 
İçim ve elim mıh gibi yapışmışlar birbirlerine.
O sırada umut rivayet gibi.


Kabullerimi annem nereye kaldırmış bulamıyorum
Seçimlerimi dağınık bıraktığımdan kimseye de carlayamıyorum,
Ortada bıraktım nihayetinde. 
Ve senin bıraktığını illa ki biri alır. 
Bırakmanı bile kabul edemezsin.
Huzur bir hayli rivayet gibi.

Ve onca olan olmazlığın arasında 
Kendimi bazen peynire giderken sıkışan fare gibi hissediyorum.
Benim günahım yok ki, sen gelip benim üstüme diktin evini, 
Bir de üstüne açlığımla oynayıp beni benden ediyorsun. 
İnsanlık bir bakıma rivayet gibi...







12 Ağustos 2020 Çarşamba

Bilirdim. 
Eskiden... 
Bir çok şeyi, uçanı kaçanı, kim kolpa kim sağlamı,
Ne iş yapılır ne iş yapılmazı, ne sevilir ne sevilmezi. 
Hepsini sıralardım bir bir.  
Bilirdim şahı, şahbazı, köye düşmüş kurnazı,
hafızı ya da hırsızı. 
Gözünden tanırdım hayırsızı... 
Dostu da, kardeşimi de, özü de bilirdim sözü de.

Bir sabah unuttum hepsini. 
Bir sabah, götürdü bütün bildiklerimi. 
Güneş vurdu yüzüme kamaştı gözüm, ben gölgeye geçene kadar kaçmış gitmiş bütün bildiğim. 

İki kelam edeyim dedim gidenin arkasından, beylik laflarım da kalmamış. 
Atıl kalmış bildiklerim. 
Bildiklerim yenilmiş zamana... 
On dönüm bostanı olan Osmanlar gibiymiş doğrularım, 
Eğrilerimin başı daha dik kalmış- ki hiç böyle bir dertleri yok iken-. 

Bildiğim ölmeme yetmemiş. 
Uyandırmış beni bir sabah bilmediklerim. 


Neyi bilmediğimi de bilmiyorum şimdi. 
Neyi bildiğimi zaten... 

Bütün hatırları tek tek saymışım, 
Bütün yorduklarıma bir bardak su vermişim, 
Bütün kızdıklarıma ağlamışım, 
Bütün sevdiklerimi;
Sevmeyi...
Sevmeyi de bilirdim eskiden. 
Şimdi gelse keşke sevmek,
Otursa, onunla da meşk etsem, 
Vardıysa bir görmediğim onu bana dese. 
Değse kalbime, yaşadığıma değse...
 
Bu sefer de bana öğretse, 
Hayatta bir şeyin bilinmeyeceğini, 
Ön görünün yılbaşı çekilişi olduğunu,
Dalgayı, suyun taşıdığı nice heyecanı, 
Rüzgarın, teknolojiden daha hızlı seyrettiğini, 
Coşkunun insana gün içinde yüz dört bin kez uğradığı,
Bütün meraklarını göğsüne sorman gerektiğini...

Eskiden sandığım her şeyi bilirdim, 
Ama sandıklarım da eskimiş. 
Şimdi ise her şeyi yeniden seyrediyorum, 
İnsanları yeniden dinliyorum, 
Reddettiklerime koşup koşup sarılıyorum, 
Sustuklarımı bağırıyor,
Durduklarımı yaşıyorum...

Niyetim kalbin durana dek atması,
Benim de bu durumun ne kadar muhteşem olduğunu unutmamam...
Tüm sevgilere selam olsun. 
















30 Haziran 2020 Salı

Duvar



Bir duvarım var ki, arkası derya deniz.
Gel gör ki ben örmedim o duvarı.
O kadar süre bakmışım ki o duvara,
-Her halde boğulmamak için-
Zihnim kabul ettirmiş duvarların içini odam diye, kalmışım içinde...
Halbuki arkası derya
Halbuki arkası deniz
Arkası orman
Arkası ormanın içi
Arkası güneş
Arkası bulut
Arkası göl
Arkası tepe
Arkası yarın...

Fakat ben sadece bir tarafına bakmışım duvarın.
Duvarımın sıvası bozulmuş, benim dünyam bozulmuş,
Düzeltmişler, para karşılığında.
Para, benim duvarımı bana şık göstermeye yarıyormuş meğerse
Para, duvarıma kadarmış.
Arkası derya...

Duvarımın arkasında boğuldum desem yalan olur
Ki bu yaşıma kadar gelmişim ölmeden.
Ama kaşınmışım bir kere huzurum kaçmış.
Eşe dosta sordum; 
Rutubet olur bu eski odalarda, boyarsın bir şeyi kalmaz dediler.
Ben sıkıldıkça boyamışım içi nemli duvarlarımı.
El yordamıyla.

Astar bile çekmişim hasarımın üstüne, 
Duymuşum bir yalancı ustadan "Daha uzun süre idare eder" diye. 
-İdare lafına takılmamışım- 
Öyle ki, astar çektim diye kendimi tatmin hissetmişim
Sonra bir kat boya vurmuşum, hafif fırça izleri kalmış
İkinci katı da vurunca çok şık görünmüş duvarım
Ama el yordamıyla...

Elin yordamına ihtiyaç duyuyorsa bu duvar? 
El atmadıkça zamana yeniliyorsa?
Rengini, dışarıdan alınan bir şeyden buluyorsa bu duvar... 
Doğal değil! 


Zamana bıraktığım onca şey geldi aklıma. 
Laf...
Bıraktığı zamana direnen insan aynalarımı gördüm duvarımda.
Hava alsa eriyip gidicek kaygıları büst yapan diğer benler gördüm. 
Çivi çakmasan görmeyeceğin kaşı çatık tablolar...
El atmasam, kendi belini doğrultamayacak zorluklar gördüm.


Elimde çekiç. 
Elimde her bir ihtiyacım.
Elimde gönlüm.  
Oysa bir yıksam duvarımı arkası derya deniz...
Arkası sevdiğim...










28 Mart 2020 Cumartesi

Kim?

 Kapımı çalan kim? 
İzimi kaybettirmiştim ben. 
O kadar hızlı, öyle iyi kaçmıştım ki! 
Tam bir artist gibi. 

Kim biliyor ki benim burada saklandığımı? 
Ben kimseye haber vermedim, 
Sırf üzülmesinler diye ailemden bile sakladım. 
Pencereden bakmışımdır en fazla lakin onda da yüzüm seçilemez,
İki gram gökyüzü görmek istedim epi topu. 

Eşi dostu idare edebildim sanıyorum,
Hem onlar kapımı çalmaz, bilirler ki açmam. 
Habersiz gelmez hiç bir arkadaşım. 
Beni telaşlandıracak bir şey yapmazlar...

Belki artık beni sevmeyen biri? 
Ben paniğe kapılayım istiyor ha?
Belki böyle intikam alıyordur, beni kaygılandırarak?

Ama ben kimseyi üzmedim...
Öyle ki sürekli kendimi kırdım kimseye bir şey demeyeyim diye. 
Öyle ki kendime kızdım kimseye kızmaya hakkım yok diye. 
Bazen kendimi erteledim, başkasının işi çözülsün istedim.
Kazandığımı bile bölüştüm, başkası zor durumda kalmasın... 
Kendimi kısıtladım hatta, sevilmeye layık değilimdir diye düşündüm.
Zamanlarımı harcadım, sanki bana kalan ziyan gibi.
Hayallerimi rafa kaldırdım, başkasının gözünde göreyim istedim
Bir sözümü verdim, başkasına lazım olur diye, 
Dizlerimi acıttım belki bazı bazı, ama birinin dizi kanamasın istedim.
Dik oturmadığıma bakma sen, istersem dik durabilirim. 
Durabilirdim yani evvelde,
Laf aramızda genetik galiba... 
Ben dik oturduğumda garip hissediyorum. 
Ama sevdiğim insanları uyarırdım biliyor musun? 
Dik otur, güzel düşün, kendi kıymetini bil...

Kapımı çalan kim peki? 
Onca iyiliğe rağmen! 
Kim rahatsız etmek istiyor beni! 
Kim uyandırmak istiyor! 

" Kim o?" dedim, kulağımı kapıya yaslayarak.
" Kim o?" dedi...



5 Şubat 2020 Çarşamba

Bir Kitap Olayım



Çok isterdim bir kitap olayım...
Senin baş ucunda.

En kendin olduğun zamanlarda eline aldığın
İnsanlardan uzaklaşmak istediğinde bana dokunduğun.
Duymak istediğin zaman kelimelerime daldığın.

Bazen denizin sesi eşlik etse bana,
Bazen umudun.
Bazı zamanlar uykuya dalarken okusan beni
Düşürsen elinden.
Yorganın eşlik etse bana...

Bazı bazı da gülümsesen okuduğun dertlerime,
Kafanı kaldırsan benden gökyüzüne
Bir iç çeksen,
Yanakların hissetse her bir katını gülümseyişinin...

Bir mavi görsen uçsuz bucaksız, aralarında beyaz durakları olan.
O duraklar olsam ben de, merakla okuduğun.

Bazı günler yanında götürsen beni.
Kahvenin yanında beni okusan
Ben kokusunu alsam o çekirdeğin.
Geldiği ormanı duysam
Oradaki hayatları, yağmurları, rüzgarları...

Ben de senden başka bir coğrafya öğrensem.

Belki bir tiyatro oyununa götürürsün beni
Yahut bir sinema filmine, kitaptan uyarlanmış.
Belki insanların film izlerken neden mısır yediğini anlatırsın bana...

Beni hiç bilmediğim dallarıyla tanıştırırsın hayatın.
Önce zorlansam da, sonra alışırım senin güveninden korkmam.
Ben yazılmışım zaten, yargım yok. 
Bir yırtılırım, belki parçalanırım, veyahut yanarım diye telaşım var.
O kadar. 

Ama demir değilim ki ben de, yanmayı kabul ettiğimden geldim
onca yolu kendi ağacımdan...

Çok isterdim, senin başucunda...