10 Aralık 2018 Pazartesi

Yaramaz Zihin

Gönlümün camekanına bir taş attı zihnim. Parçalandı camları, tuzla buz. Her parça ayrı tuz bastı açık kalan yaralarıma. Yandıkça yandı kıyafetlerimin altında sustuklarım.
Ama şık...

Rüzgar değdikçe harladı kaş çattığım şeyleri. Yine çattık durup dururken dedim ama içimden. Kaşlarım yay gibi olmayı unutmuş zaten. Yana yana, döne döne vurdum duvarlara kendimi döneyim diye, geleyim diye kendime. Daha feci yaralar açtım kendime. Kaşıma derler ya bazı bazı, ben tahriş etmişim, çok olmuş tembihler havada asılı kalalı. Sanki kendi harı yetmezmiş gibi, kaşıyarak bir de kıvılcımlar eşliğinde yakmışım yüreğimi. Uzaktan hoş bir görseli olan bu ışık şöleninde, kendi uçtuğu yerlere havai fişek attıran kuşlar gibiydim. Kendime, nereye sıçrayacağını bilmediğim fikirler atıyordum.
Ama şık...

Kim bilir kaç insan uzaktan yaptığıma bakıp hayal kuruyordur, kimilerinin suratına bir gülümseme oluyorumdur, kiminin anlık şaşkınlığı, kimin ışıltılı yalnızlığı ama kanatlarıma zarar... Havai fişek gibiydi zihnim; nereye doğru patlayacağını kestiremediğim. 
Ama şık...

Yanmaktan bitap düştükten sonra, aynı camlar adeta suyu boylayan yaralı bir kuşun, soğuğa aniden çarpması gibi buz bastı yüreğime. Gözlerim açıldı fal taşı gibi. Hurafe emsali bir medyum gibi görüyorum diyemezdim ama olmadığı kadar açılmıştı gözlerim. Penguenleri anladım, kısır kabiliyetlerini... Soğudum, bildiğim soğudu.
Durduk öyle hareketsiz, zihnim ve ben. İkimizde konuşmuyoruz. Bademcikleri şişmiş soğuktan. Ağzımı açsam gözümü kısıyorum. Zihinse kapı duvar, diyeceğini demiş, eski bir resim gibi duruyor karşımda. Ben kalmışım hasta yatağımda...

Etraf yıpranmış resimler dolu, acımış ahşaplar. Ahşaplar kaşlarım gibi, resimlerin kırgınlıkları yüzümde bir harita. Güneş girer mi dersin evime? Yoksa  kapital bir doktor kurbanı mı oluruz bu dar-ı dünyada?

22 Kasım 2018 Perşembe

Dert ve Adam


Ansızın kapısını çalan derde, onca zaman konuştuğu kelimeleri nereye koyduğunu bulamadan sustu. Ne kapıyı kapadı, ne de derman oldu. Öyle bakakaldılar birbirlerine dert ve adam. 

Gözü bir yerden ısırıyor adamın, amma velakin  çıkartamıyor boğazındaki düğümü. Kapı da açık ya, estikçe dışarının derdi, iyice kaşınıyor adamın boğazı. Malum ev hali yakalanmış derde. Üstü başı salaş... 

Dert de demiyor ki " Bana bir eğlence medet ", safi baktırıyor kendi sıkılmışlığıyla. O da kendinden bıkmış belli. Ama varmıyor dili demeye. Derse, deva olunur kendini yitirir diye korkuyor dert herhal.

Adam kısıyor gözünü, kaşıyor başını; yok. Elleri terliyor adamın. Sanki bir an kısmak yerine tamamıyla kapasa gözünü, çarpacak kapıyı! Dönecek sağına önüne gelen ilk eşyayı fırlatacak bir yere, tortu kaplamış boğazıyla haykıracak sövdüğünü, biraz göğsü yanacak, kalbinin ritmi şaşacak ama anlık da olsa bir nefes verişiyle koyacaktı, bütün unutkanlığına karşı tavrını!

Oysa üstüne kontrbas sesinin ağırlığı çökmüş gibi bakıyordu kapıya. ;Bir ses etse cızırdayacak diye korkuyordu belki. Cızırtı esnasında daha bir yabancılaşacak kendine. Daha bir hatırlayamayacak belleğini. Daha bir unutacak bildiğini. An, iki sakinlikten, bir kaybedişe doğru gidecek diye ikisi de hamle yapmadan duruyorlardı birbirlerine karşı. 

Adamın pasif gayreti, bitkisel hayattaki bir insanı andırıyordu. Sonuna nasıl geldiğini bilmeden, etkiyemeden bir şeye, azar azar ölümünü beklemek gibiydi unuttukları...

Bir nefese bakardı halbuki, ama adam dünyanın en durağan hırpalanmasını yaşatıyordu kendine. Hunhar, füturu bir kenara bırakmış, eski bir yankesici gibi...Gözünün önünden mal varlığının araklanmasını izleyen bir yankesici gibi bakıyordu derde...

Ne kadar kaybedebileceğini mi tartmak istemişti adam? Yok, bu eylemsiz kalma hali seçimi değildi ki adamın. Beyninde hatırlayamadığı kelimelerin karmaşasının yanı sıra türlü senaryolar varken, türlü feveranlar koparıp egosunu tatmin edecek iken yenilse dahi,  bir hışımla hiç edecek iken derdi neden gürültü yapmaktan çekindiğini hatırladı adam; 
       İçeride uyuyanı vardı. Onu da uykusundan etmemek, huzurunu kaçırmamak için sustu adam derde uzun uzun...Dert gidene dek ne ağzını açtı ne de gözünü yumdu adam kapı eşiğinde...

.
.



16 Ekim 2018 Salı

Eh işte!

Dilim kar etmiyor derdime. Sanki birine demeye başlasam hikayenin sonunda mahallede kendi kendine konuşan "deli" olacağım gibi geliyor. Ondan sonrası sayık.


Şu  sokaklarda çok söylenenler insanlara deli diyorlar da kendilerinin düştüğü konuma dışarıdan bakınca kafalar bi yanmıyor değil. Zamanında okumuştum ; " Delinin deli dediği insan, akıllının akıllı dediği insandır " Çokça zaman takıldı aklıma. Size de takılsın. İyi beladır. 


Başkaları bir şey yaptığında insanlar genelde yapılan hareketi aşağılar. Bunu beş kişi yaptığında ciddiye bile  almaz görmezden gelmeye çalışır, elli kişi yaptığında tedirgin olur, yüzlerce insan yaptı mı korkar, popüler kültürün türettiği birileri yaptı mı kabul görür. 


Evlerinden çıkmazlar da evlerindeki kör noktadan  dünyayı dikizlerler . Dışarının tehlikeli olduğu düşünüp evlerinde varlıkları adına daha tehlikeli bir hal alırlar. Haberlerde terörle alakalı şeyler izlerken ; aslında kendilerinin de yaşamlarına terörist olduğunu farkedemezler. 



-Kendi hayatlarının düşünce suçlularını tenzih ederim. Onlar seçimlerini yaşıyor -



Gülümsemenin halini unutur bu insanlar, onlarda ya hunharca kahkaha vardır  ya da alayına sövme. Sebebi yüksek hayatlar yaşamaları değil, genelde alçak hayatlar izlediklerinden  ; ara ve reklamsız duyguları görmediklerinden. 



Emek harcamayı ahmaklık olarak görürler. Muhtemel başkalarının ameleleri olduklarından emek denen şeyi , işlevsiz bir çark dişlişi olmak sanırlar. Çünkü emekle üretilmiş bir şeyin bilinci, eğitim hayatıyla habersizce ellerinden alınır. Bunun salgısından bir haberdirler. Eldeki imkanlarla bir şey yapma keyfini bile "ev ekonomisi" dersiyle hiç ederler. Ki istenilenler zaten hiç evde yoktur. 



"Ölümüne ganka" olurlar bu tarz insanlar, fakat yaşamlarına balta olmaktan da çekinmezler. Ölümüne severler yaşamda. Ölümüne bir şeyler yaparlar. Ölümüne korkmazlar falan filan...Yaşamdayız ya hep bir ölümüne. Yaşamına gel ? " Gelemedim ya ganka!"

 

Sevdikleri çok olmaz bu insanların,yani diziler izin verirse sevebilirler. Eğer dizi onlara aşk tanımıyorsa serüvenlerinde, çok da zaman ayıramazlar  çünkü halletmeleri gereken işler vardır. Aşk zaten onlar için gülümseme ile aynı yerdedir. Tanımazlar. Belki bir kaç porno. Onun da adı ne bilmiyorum. Onların aşka dahil olmaları için bir Darwin hadisesi olması lazım gelir. Onu da bu zamanın dünyasında nöh görürsün! 



Genelde bu tarz insanlar bir yere gitmez. Bir yer onlara gelirse içinde yer bulur. Dünyanın nereye gittiği onlar için önemli değildir. Onları, başlarına ne geldiği daha çok ilgilendirir. Çünkü onların başı dünyadan daha değerlidir. Onlara bir şey olmamalıdır. Onlara bir şey olursa asıl o zaman dünyanın sonu gelir. Ekoloji kendini toparlayamaz. 



Bu dediklerim benim derdim bile değil! Dilim kar etmiyor derdime. Sanki birine demeye başlasam hikayenin sonunda mahallede kendi kendine konuşan "deli" olacağım gibi geliyor. Ondan sonrası sayık. 




11 Ekim 2018 Perşembe

Sevemedim.


Kendi yaptıklarımı sevmediğim gibi sevmedim seni
Sanki oluşurken kimsenin önüne geçemediği bir ahraza dönüşüyordu yaptıklarım.
Her daim -sanki bir tek benim gözüme batan- zımparalanmışlık hali. 
Lükse çalan parlaklıktan yoksun.
Sorsan hepsi içinde, dışarısı baş ağrısı gibi.
Veyahut üzerinde kendimi pazarlayacağım üstü açık araba gibi gelmedi bana seni sevmem ya da yaptıklarım. Şıksa bile kendinde kalsın istedim. 

Seni sevmede ki hissiyatla ,kendi yaptıklarımda ki hissiyat çok benzeşiyor.
Belki de bu yüzden ; yaparken sevmediğim ne varsa kimsenin görmediği , bir bir okuyorum sende.
Onaramadığım arızalarım gibisin. 
Onarmak için de uğraşmıyorum hani. Onlarda benimle yaşıyor, bir odayı ona vermişim. Salon ortak. 
Neden onarmak için uğraşmadığımı sorma bana ; her şeye bir neden arama çılgınlığı aldı başını gidiyor.
Şimdinin bilgileri , süpermarketlerdeki indirim gibi. Ortalarda diye alıp , üç kuruşunu da ona harcayıp eve geldiğinde  niye böyle tuttu diye incelediğin fişler gibi.
Daha bunu deşerim de, sonra konuşuruz neden ihtiyacını  şimdi zamanı değil...Sonra da.

Bir şeyin zamanı olduğunu belirleyebileceğimi sanmadım hiç. Zaman mevzusunda otoritenin insan olduğunu da görmedim bu yaşamışlığıma kadar. Etrafta beylik cümlelerle beni güldürenler çok oldu. Onların zaman hakkındaki telaşı ve bilgisi güzel bir kara komedi gibiydi, para vermeden izlediğim. 

Plan yaptığım zamanlar da oldu hayatımda ; kulaktan dolma sorulara cevap verdiğim de. Bir kaç bilir cümlem ağzımdan hapşırmak gibi çıktığında kendimi bir güzel benzettim. Çekici değildim ve etkileşmek bir yana dursun  ; yalnızlaştığımı hissediyordum. Cevaplarımın ne önemi var?  Ezber. 

Ezberleri sevmediğim gibi , sevmedim seni. Koşullu şeyler bana bir hayli saçma gelir. Rüyalarda görünen panjurlu evleri de saçma bulurum zaten. Saf , boya vurulmamış tahtanın kokusu özlüyorum, ağacın sesini...Keşke seni özleseydim. Belki bir kaç aksiyon yaşardık filmlik. Gerçi gerek de yok. Artık kimse sinemaya gitmiyor. 

Bütün telaşlarımın yanında bir hayli savruk olduğum için belki ,modern hayatların yanında düzenli sevemedim seni.  Önce kendi uğraşım vardı, kendi dertlerim; adına hayal deniyor şimdilerde. Belki arkama bir yaslansam, konforun tadına bir baksam , belki ütülü çamaşırı bir giysem çok sevecektim aslında.  
Ama kim bilir...

Belki de çok kavramı bana bolluk ifade etmiyordur. Belki de bu denli aç olmamızın sebebidir çokluk. Belki varlığın çoklukla bir ilgisi yoktur da yokluğun üstünü örttüğü için çokluk, biz "iyi ki varız" diyoruz birbirimize. 
Belki de buğday ambarında olduğu için aç kalmıştır tavuk.  Belki de eşeğin aklına karpuz kabuğunu yemek düşürüldüğü için görememiştir gemilerini...






30 Eylül 2018 Pazar

Yazar Komşu.

Senelerce en iyi arkadaşlarının kitap olduğunu söyleyen insanların onca yazılarını okudum. Kalabalık halimle hak verdim onlara adeta karşı komşummuş gibi hak verdim. Benim evin tütmesi kesilmeyen çayı ile hak verdim ,ağzımda bir un kurabiyesi. Yazılarında masif ağaçtan kütüphanelerini gördüm salonlarını işgal eden , ama her akşam evimi dolduran insanlarla. Mutfaklarında küçük bir tavaları vardı , ben bütün evimi kaplayan yemek kokuları içinde pek önemsemedim küçük tavayı. Bazı zamanlar uzun uzun duvara bakarken farkettim onları... 


Nereye, neye bakıyorlardı böyle zaman tüketircesine? Oysa ben kafamı çevirsem insan. 


Öyle ki onlar sabahın köründe güneşi uyandırıyordu yalnız halleriyle, bense evdeki insanlar uyutmuyor diye söyleniyordum . Bazı bazı bir yumruk yemiş bir ahmak gibi geçiyordu günüm. Ne uykumdan anlıyordum, ne uyanıklığımdan. 


Uyanıkları çok iyi tanırdım halbuki. Hayatım uyanıkların, seni beni uyur zannetmesine gülümsemekle geçti. Çok yakışıklıydı bu tanışıklığa sahip olmak . Öyle ki her cümlemde sanki ince tarağıyla saçlarını arkaya tarayan, diğer eliyle de değmese bile düşmemesini tembih eden Yeşilçam artistliğine bürünürdü gözlerim. Benden kaçmazdı hiç bir şey. Kim ne yapar, neye çöker görürdüm uzaktan uzağa ; kendim hariç.


Kendim kaçmış gözümden bu kalabalıkta. Aslansız He-man gibi Akdeniz 'in yakıcı güneşinin altında bağırmışım gölgelerin gücü adına.


Yanlışı , yapanları çok iyi bilirdim. Neler yapmamam gerektiğini, adabı çok iyi bilirdim. Ama kanım da akmazdı hani, cesurdum sokaklarda.İnsan yapmaması gereken şeyleri bildiğini düşündüğünde, yaptığı şeylerde  gözü daha gece gibi oluyor. O kitaplara sarılan yazarlar biraz çekingen gelirdi bana. Kaçak değil de utangaç. Ben onları kendimce, bildiğimle kucaklar kollardım. Hani onlar bilmezdi sanki dışarıyı, ben edebiyata olan saygımı yan komşumun hiç bir şey yapmadan onu koruyan neferi ilan ederek koruyordum.


Benim için yaşam dalgalı denizlerde sörf yapmak gibiydi, onlar ise göl durağanlığıyla yaşıyorlardı. Hani rock n roll , hani arabesk... Ben onlara merhamet duyuyordum, yersiz zannımca. Sandığım şeyler öyle unutturmuş ki beni kendime , ben cepteki kısır merhametimi eşe dosta hatta tanımadığım komşulara dağıtmışım ,velev böyle kurumuş merhametim. Ben kalmışım elin öfkesinde. El de bana merhamet duymuş olacak ki, bana bırakıp gitmiş öfkesini. 

Komşu olan yazarların sessizliğinde gördüm bütün gürültümün aidiyetsizliğini. O yazarların haklı sakinliği , benim haksız kalabalığım... Bir komşuda gördüm ; bana  delikanlılık olan tabirleri olanın, ona  bu içi  geçmiş dünyanın hataları olduğunu,  ben komşuya nasıl anlatsam diye düşünürken onun beni yazarak tembihlediğini...

24 Eylül 2018 Pazartesi

Bir an durdu adam.


Bir an durdu adam. Gökyüzüne kaldırmak istedi başını, sadece gördüğüne odaklanmak niyetinde. Uçsuz bir rengin içinde ,başka bir renge gitmek ; tabelasız, asfaltsız , egzozsuz bir yol yapmak istedi. Düşünmek istemedi adam. Düşün içindeki umarsızlığı bulmak gayretindeydi. Bilmem kaç saniyeyi bir hikaye kadar uzun yaşamak istedi. Kendi seçmek istedi zamanını, bir kendini bilmezin maaş sınırlamasına yaslanmak istemedi. Şehrin üstüne taşmış kanal yollarında faka basmak yerine , gittiği dağlardaki yamaçlardan yuvarlanmak istedi. Suratına, birinin kornası yerine rüzgar çarpsın istedi.  Çalının hışırtısı da onu kalabalık hissettirmeye yeterdi.

Uzun uzun durdu adam. Omurgasını, emanet ettiği kimliğinden geri almak istedi. Omurgası olmadan kaldıramıyordu başını gökyüzüne.  Kimlik, vermek istemedi omurgayı gerisin geri. Varlığını yitirmekten korktu. Ki haklıydı kimlik! O olmasa kimlik kimdi? Yönetemedi kimlik. Adeta kabından dökülen bir sıvı gibi gözünden aktı gitti adamın… Giyindikçe omurgasını , önceleri hayatını dondurulmuş bir gıda gibi yaşadığını anlıyordu. Biraz acıtıyordu ama umarsızca kızgın bir ateşte  ölmekten daha acı değildi ha bir tavada ha bir meydanda…

Kireçlere bezenmiş boynunu soktu tuzlu suya. Parça parça gidiyordu sanki modern zamanın zerreleri, her dalgada bir beğeni gidiyordu. Rengi çıkıyordu teninin, derisi nefes alıyordu. Bir an eline bakakaldı, eklemlerine, gözeneklerine, çizgilerine. Donmadan evvel yaşadıklarının izleri vardı ellerinde. Hayal meyal de olsa hatırladı elini kestiği zamanları. “Yaşamışım meğer…” dedi adam. “Bir dal yırtmış elimi küçükken”. Uzun uzun baktı ellerine. Suyun içine sokup çıkardı, elinden süzülen damlacıklara odakladı bakışını. Renklerin nasıl küçücük bir damlaya sığdığını,damlanın eline nasıl sarıldığını, düşerken nasıl veda ettiğini…  Öylesine oynadı zamanlarca.  

Sonra kafasını soktu suyun içine, kapadı gözlerini suyu dinledi. Çıkardığı baloncukları duydu. Hem parayla satılmıyordu bu baloncuklar, bir cu ‘su yoktu bu balonların. Sadece kendileri vardı. Her seste, şimdiye kadar tahayyül etmediği canlıları görüyordu suda, gözleri kapalı. Onlarla oynuyordu. Hayali çalışmaya başlamıştı tekrar. Küçükken batmasın, suyun üstünde kalsın diye taktığı kolluklardaki hayvan çizgileriyle oynadığını hatırladı adam, şimdi de suyun üstüne çıkmasın diye oynuyordu. Bir süre sonra gözünü açtı adam suyun altında. Duyduklarına ,gördüklerini dost etti. Kalabalıklaştı, adeta bir okulun teneffüs zili çaldığında çocukların hurra koşuşunu görür gibi oldu balıklarda. Peşlerinden dalmaya başladı. Ne de olsa teneffüstü, nefese ihtiyacı yoktu. Oradan oraya yüzmeye başladılar beraber. Omurgasını öyle ahenkle kullanıyordu ki adam ; eline koluna ihtiyaç duymuyordu, güce ihtiyaç duymuyordu. O an anladı ki ; güç omurgasızların hayatımıza soktuğu bir telaştı.

Devinirken suyun içinde az önce elinden suya düşen damlayı gördü. O’ydu ! Nerede görse tanırdı o damlayı. Aldı avucuna tekrar, başladı damla ile adamın dansı. Balıklar , insan değil de bir canlı görüyordu. Gitmek yerine oturup izlediler bir damla ile adamın dansını. Bir parmağından başka bir parmağına gidiyordu damla, oradan burnuna, yanaklarına…Ahengine düşmüşlerdi hallerinin. Tam yukarı çıkacak oluyordu damla, adam tutup geri çekiyordu… Güneşin düştüğü ışık yolları, sanki spotlarıydı onların. Nereye gitseler takip ediyordu yıldızlarını…

Bir an  durdu adam. Gökyüzünden indirdi başını. Umarsızca yaşadığı andan bir damla gözyaşı kalmıştı yanağında. Eli silmeye dahi gitmedi. Burnundaki nemi hisseti adam…Onca zamandan sonra hissetti adam…




4 Ağustos 2018 Cumartesi

Köşe

Döndüğüm köşeyi unuttum. Yaptıklarım hatırımda ,yitirmiş değilim ,başım hafif bir açıyla sola yatmış sağa bakıyordu. Yandaki duvarın üstündeki kızıllıklar sağ gözümün çeperinde bir nehir. Bense dönünce ne olacağını merak ederek gözlerimin açıklığını merakıma kapattırmıştım.

 İnsanlar böyle şeyler yapıyor sürekli. Gözü açık pür dikkat bir yöne bakarken aslen orada olmadığı oluyor. Hareket halindeyken bu durum daha aktif sanırım. Vücut salgısına devam ederken zihnin minik afyonlara düşmesi kaçınılmaz oluyor. Kendini yaptığına ikna ediyor, göründüğüne. Zihin oyunlarını vücut adımlarından daha gerçek bir yerde tutup, dış dünyaya ise böyle olmadığını lanse ediyor. Kurgu, eylemi hiç ederken , eylem kazanmış gibi duruyor. Bu galiba dünyanın yıllardır en revaçta kullandığı işletim sistemi. Bu sınıflar, açlıklar, tok olanlar , savaşlar, zaaflar... İşte bunlar hep benim duvarın diğer tarafını bir adım sonra görecek iken bile bu tarafın tadını çıkarmayışımdan sanırım. 

Dönmeden önce karşımda bir pencere hatırlıyorum. Boyumun çok üstünde değil, buradan içeriyi görüyorum fakat dönmek yerine düz gitsem boyumu aşacak gibi. Buradan görünüyor. Siyah bir çerçevesi var. Şık bir evin penceresi gibi. Sanki bilirmiş de bütün renkleri , siyahı tercih etmiş gibi. 
O pencereye asılı kalıyor bir ara gözüm. Hatırlıyorum. Yolun grisi de kenarda. Belki önüne park etmiş bir araba bile koyabilir zihnim. Ama koymuyor. Bomboş duruyor pencerenin önü. Sanki hep bomboş dururmuş gibi...

Döner dönmez köşeyi çok aynı geliyor o sokak. Duvarlar aynı. Belli ki döndüğümü düşündüğüm köşenin seyirindeyim. Kopmadım hikayeden. Gel gör ki ; bir iki adım sonra duruyorum. Gözüm ilerde ama aklım arkada. Tam döneceğim arkama ; korkuyorum ya umduğumu göremez isem diye. Öyle kaskatı duruyorum. Gözüm, oynamayan boynumun üzerindeki başımın verdiği izin kadar sağı solu süzebiliyor. Sokak tanıdık ama yabancı. Şimdi tamamen arkamı dönersem daha büyük bir yanılgıyla karşılaşırım diye de korkmuyor değilim. Topluyorum gücümü, dönüyorum arkamı ; köşe bu değil! 
Nasıl olabilir bu iki adım attım sadece! Mümkün değil başka türlüsü. Bu köşe nasıl benim döndüğüm köşe olamaz! Bilimi çağırın buraya! Aklı çağırın! Yok mu bunların da üç harfli numaraları? Ya da  akılda kalan üç harfli numarası olanların hiç bir zaman üç harfin ehemmiyeti gibi davranmadıklarından dolayı ,zekaya bilime böyle bir kod koymamışlar mı? Bunlar amacından şaşmasın diye mi halktan uzaklaştırmışlar acaba? 
Peki ben ? Nasıl açıklarım bunu kendime? İki adımdan nasıl değişir döndüğüm köşe?  İki adım yahu! 

O zaman bu iki adım aslında çok büyük! Biz azımsamayı çok sevdiğimizden mi görmüyoruz onca şeyi? Azınlık kelimesi bu yüzden mi çoğunluğun yese de doymadığı bir şey haline geldi? Belki de çoğunluk daha çok zaman ayırsa azınlığa , şımarık bir çocuk gibi tüketmeyecek mi azınlığı? Doygunluk gelip hazların yerini mutluluk mu alacak? 

Ben adımlarımı ben böyle mi tükettim peki?  Şımarık bir avare gibi mi? Belki de her adımım da karşının penceresine, döndüğüm sokağın merakına bu denli düşmesem attığım adıma odaklansam , adımın keyfini çıkarsam , ayak parmağımdan boynuma kadar vücudumun farkına varsam, o anda kalsam belki de hafıza kırıntılarım daha köklü bir ağaç gibi olacak. Simulasyon gibi değil...Yolunu kaybetmemek için ekmek kırıntıları bırakan biri yerine, yol derdine düşmeden yolun tadını çıkaran biri olup her yeri benim hissedeceğim...

Acaba dönerken dönmeyi düşündüğüm için mi döndükten sonra döndüğüm yeri unuttum?

19 Temmuz 2018 Perşembe

Yüreğim götürmüyor beni bir yere
Olduğum yerde, hareketsiz...
Atıyor atmasına da kendine kadar.
Bana vurmuyor attığı, isteği.
Beni zamk gibi yapıştırıyor durduğum yere.
Gayretimi de karşıma dikiyor,
Biz iki amaçsız boks maçı yapıyoruz.
Yüreğim de hakem kılmış kendini
Bir o eğleniyor. Bizim yüz göz kan revan...
Yüreğim hastaneye bile götürmüyor beni.
Olur da biri dokunur da yüreğime,
O da bana çarpar diye uzak duruyor kalabalik yerlerden
Safi baktırıyor...
Bak diyor neler var hayatta...
Yaşayıp ta ne yapıcaksın diyor
Yüreğim bir garip bana.
Sanki beni öldürmüş başka bedenlere gitmis
Sonrasinda yer bulamadığından bana gelmis gibi
Ayazda kalinca bedenim aklina gelmis gibi
Mecburiyet gibi yüreğim...




11 Temmuz 2018 Çarşamba

Denge

Ses de güzeldir , sessizlik de. Koşturmacalar da keyiflidir bu hayatta. O andaki salgıların, hissettiğin yapabilme arzusu, kanının hızlı akması, sadece isteğine odaklanmak da güzeldir. 

Dingınlik de ayrı güzeldir. Vücudu dinlediğin, onun da seninle konuşup içini döktüğü ve sakinleyerek zihnine yer verdiği anlar da güzeldir. Zihninle sükunetle dertleştiğin, ona fikir ,yol olduğun anlar da...

İşin aslı denge güzeldir. Gezegenin doğalında sana sunduğu gecesi  gündüzü, yağmuru, güneşi, doğasıyla oynamadığın ısı da güzeldir. Dengeni koruyup sendelemek de çok keyiflidir. O salınımda hayat öyle keyifli akar gider ki; dünya çekilen bir vardiya değil sürülen bir sefa olur. Sana , olanınla yaşama hazzı verir.O süreçte her olan olur, yargısız, ahkamsız..

Yarını yoktur ama yarını bilmek de haddi değildir zaten insanın. Boş işlerle uğraşmaz dengedeki. O salınım anında bütün boş işler ayağını altında akıp gider, sen ise onların üstünden kayıp gidersin. Yükselmenin sebebidir bıraktığın boş işler! 

An vardır oralarda. Senin olan , bütünleşebildiğin tek şey! Dedikodusu yoktur duygusu vardır anın. Seni baş üstü eder duygular. Sense sahnesinden atlayan bir yıldız gibi düşersin ana.Seni elden ele götürür sırt üstü, sana da gökyüzünü seyredip gecenin de gündüzün de zenginliğini hissetmek kalır.Bulutlara bakıp seyri sefer etmek, onların masallarında adım adım gezmek...
Israrı bile yoktur anın. Tanıdığın insanların,yarım heves sana tekliflerde bulunması gibi huyları yoktur.An sana bir kez der geçer sen farkında olduğunu görür duyarsın. Asıl tanıdık olan andır sana; zamanı geçmiş olanlar tanış zannederken seni. Başkasında değildir an kendindedir. Sen onu kendiliğinden seversin. An, o kadar kendindedir ki seninle uğraşmaz bile, sen an'larsın kendini.
Salınırsın kendin gibi, hareket etmek gibi değil de refleks gibidir an. Planladığını değil ihtiyaç olanı yorar vücuda. Sormaz kimseye. Eyvallahsızdır an, refleks gibi...

Yatırımı yoktur anın. Varsa da biz bilmeyiz. Yaptırımı vardır, hayatın boyunca ağzı açık ayran budalası gibi beklediğin eleştirilerden değildir anın eleştirisi.Sebebi vardır ve en gerçeği duyarsın. Derdine yol olur fikirleri.Kabul edersin etmezsin sana kalır ama bir tanısan çok seversin kendini.

Bu dünya dönerken sen dengede isen hiç bir şey olmaz sana. Hayatın getirdiğine yaşadığın hazdan dolayı kendini var hissedersin. Hayatınla mutlu mesut yaşarsın kalp durana kadar...

18 Nisan 2018 Çarşamba

Dinlemek.

Dinlemek izlemekten daha niteliklidir. Dinlerken kelimelerin, tonlamaların zihninde yarattığı resimlerde, sahnelerde emsalsiz bir derinliğin vardır. İstediğin yere gidebilir,  istediğin an geri dönebilirsin. Bilinir bir kurgucusu yoktur zihninin,her şey anda gelişir. Bir ön hazırlığı,prodüksiyonu yoktur, olası kurmaları milisaniyede yapar zihin. Oradan oraya,  Pekin'den Hakkari'ye anında gidebilir zihin. Hiç bir bilet kesme hali olmaksızın...Vergisiz uçabilir. 

Melodileri dinlemeye başladığı zaman hele ki ; lisansız diyarlara düşebilir, bilmediği bir bitkiyi görebilir zihin. Derinlerinde olup da yüzüne çıkarmadığı renklerinde rüşdünü ispatlayabilir. Her tuşe sesinde başka bir gönüle düşüp başka aşkları da keşfedebilir zihin. 

Bir ezgide yalnızlığı yitirebilir. En kalabalık zamanlarında, etrafın dolu dolu olduğu zamanlarda bulamadığını yalın bir ezgide bulabilir zihin. Yalnızlığına derman olan bir dost olabilir. Ya da yalnızlığını kırmadan, sana arkanda biri olduğu hissiyatının verdiği güvenle de yalnız bırakabilir...

Dünyanın en büyük lükslerindendir seçilmiş yalnızlık. Her şeyin var olduğu bilip onun taa derinlerdeki garip bir yoğunluğuyla sadeleşmeyi seçmek. Kalabalığın, sen onlarla yoğrulmasan dahi var olduğu bilip, kendi içindeki kalabalıkla hallaç pamuğu olmaya gitmek. Sevdiklerin olmasına rağmen kendini seçmek, insanlara seni sevmesi için yeni nedenler bulmaya gitmek içsel madeninde. 

Hayali arkadaş değil de hayale arkadaş gibidir yanındaki ezgi. Bir seste bulursun türlü yaşanmışlıkları, Odaklanma ilgilenme sorunun da olmaz izlemek gibi. Onu dinler kendini seyir edersin. Bakma samimiyetsizliğinden öte duyma candanlığına terfi edersin. Birini , bir nesneyi duydun mu işte o zaman tanış olursun onunla. Kalıbı olmayan nüansları, tarifi olmayan anlatımları varsa  içinde, hissiyatı var kelimesi yok ise değme keyfine...

Hem nedir bu izleme çılgınlığı?
Her şeye bakmak, her şeyi takip etmek?
"Göz görmeyince " ile başlayan  deyişler?
Baktığını görebiliyor musun sen?
O kadar safiyane misin de kendinden öte görebiliyorsun? 
Bir şeyi duymadan daha? 
Başarabiliyor musun bunu? 
Gözünün önünde olsun istiyorsun her şey ama zihnin içinde olmasına gerek yok mu diyorsun? 
Azıcık aşım ağrısız başım mı diyorsun?
Gözünün önündekini görüyor musun peki? 
Yoksa başkaları da görsün diye mi gözünün önünde tutuyorsun? 
Başkaları da başkaları için mi izliyor? 
Peki herkes başkasının yerine izliyorsa kim kendi için yaşıyor?
Kim kendi gördüğünü sırtına yüklenip devam ediyor? 
Çoğu insan gördüğü şeyi bir diğerine satmıyor mu? 
Farkında mı insanlar yaşamının aidiyetini nelere heba ettiklerini? 

Velhasıl kelam dinlemek izlemekten daha güzeldir. Daha sana dairdir. Yüzyıllar önce yaşamış bir olaya bir melodide vakıf olabilirsin. Bir nağmede kalbin çarpabilir. Bir hayale derman olabilir bir yaylı. Dinlediğinin yanına okumayı da ekledin mi bulmacasını çözüyorsun bu yolculuğun. Dehlizlerini görüp ,tepelerinde koşabiliyorsun hayat telaşının. Okumanın da güzelliğini tadıyorsun. Çünkü okumak da kendini dinlemektir...

12 Mart 2018 Pazartesi

Naftalinsiz Halılar.

Boyumdan büyük egom yok benim. Bizim buralardaki halılar gibi naftalinlere sarmalayıp depolara koyalı çok oldu yersiz egolarımı. Aklım erdiğinden beri zemine değmeyi çok severim. Tabanım tanımalı taşmış, toprakmış, kummuş...
Biz küçükken etrafımızdaki bazı aileler hasta olmamızdan korkup sürekli "terlik giy, halıya bas" derdi. Halbuki büyüdükçe gördük ki halıya basanlar daha çok hasta oldular. Zaman zaman ayağımızın yandığı , su topladığı , kesildiği de oldu ama onlarında yeri vardı topallayarak yürümelerimizde.
Yeri olmayan şeylere hep bir ters bakardık. Elimizde değildi. Ya da ayağımızda değildi, tabanımızın bastığı yeri gözümüzde görürdünüz zaten. Baş parmağımızdan tutun , saç telimize kadar aynıydık biz ego halılarını naftaline sarıp depoya kaldıranlar. 
Kimileri ne paralar yatırdı halılarına, yok özel dokumaymış, iran halısıymış. Bazıları ise yöresel halıları ile övündüler, köyde toprağa basanın üzerinden şehirde onun emeğine basarak böbürlendiler.
Sanırım yere bastığımdan dolayı , yapmadıklarımdan oluşan tozlarımı altına itip saklamaya hizmet eden bir halım olmadı benim. Tozum, kirim ,pasım genellikle ortadaydı. Öyle ki halısına düşen lekeyi yok etmek için türlü emekler harcar, masraflar yapardı insan. Bendeki lekelerse bırak paspası peçete ile bile varlığını yitiriyordu. Peçetem bile yoksa orada durup bana hatıra kalıyordu. Birilerinin kir dediği birilerinin anısı oluyordu.
Ayakkabıya alıştığım zamanların birinde , akşamüstü top oynamaya karar verdik. Gün batımı, kumsal, eş dost... Çıkardık ayakkabıları , kurduk takımları, sonrasında da suya atlarız dedik. Başladık oynamaya. Serinlemek için topu suya atanlar, sevdigi bir kızın onu izlediği hayaliyle artistlik hareketler yapanlar... Derken ben durup dururken etrafımda da kimse yokken o plastik topla yumuşacık kumda ayağımı kırdım. Öyle manasız bir kırılmaydı ki bu, bir gün sonra kabul ettik kırıldığını. Anladım ki ; ayakkabıma öyle alışmıştı ki ayağım, zemini yitirmişti. Bana kızmıştı ayağım. Yalın ayak gezdiğim kumlarla araya bir fabrika plastigi koydum diye bana kırılmıştı
İnceydi kemiklerim. Ama çocukluğumdan bu yana hiç korkmadım kırılmasından. Ben korkmayınca onlarda kırılmadı. Yapısından çok yapacaklarımıza odaklandık. Yıllarım böyle geçti. Ve hiç kırılmadık.
Ağaçlara tırmandık, duvarlardan atladık, kumlarda koştuk, çıplak ayaklarla basketbol ,futbol oynadık hatta arıya bastık iğnesi kaldı yadigar...
Ama her şeye rağmen hepimiz ayakları yere basan,  aynı mahallenin çocuklarıydık.

25 Şubat 2018 Pazar

Kahve

Kahvemin hatırı yitti de demi kaldı ağzımda. Kokusuna hayran kaldığımın acısına varis'im.
Ummadığım bir sabah gibi. 
Ne olduğunu hatırlamadığım gece. 
Hasta yatağında geçirdiğim bir gün. 

Hepsi kahvem gibi. 

Kalbimin çarpıntısı, gözümün çapağı, günümün romantizmi , kitabın lüksü ve daha bir sürü şeyin propagandası.

Aslının sohbeti, alkolün düşürdüğü tufaların serzenişi, dünün yadı, yarının umudu, sevmenin sevişmesi , ahşabın çizgileri gibi. 

Yaşanmışlığın tasdiği gibi , bir öpüşün onlarca yıla sebat etmesi , kahvaltının üstü , perverliğin özü gibi, niyetin izinleri, söylevlerin sabahı, isteklerin ahpabı gibi...

Hayalin uzandığı bir nefes  veyahut beli ince tarzı hususi yoldaş gibi, Her yaşadığının nihayetinde sana verilen içinde sen olan bir kupa...Ödül gibi.

Aklın gittiği zaman şehvetlerde boğulur insan. Arar hazzı! Bulduğu da yetmez. Bünyen çığlık atar da duymazsın. Daha daha daha diye ölürken bir yudum aldın mı kendine gelmen gibi. Kalbin çığlıktan şarkı söylemeye düşmesi gibi. 

Melodilerin naifliğinde, kısa  bir iç çekişin uzun bir hayata bağlaması gibi. Ebediyetini sözlerden öte hissiyatlarla toprağa kök salması gibi..

Baştan sona tasvirlerimin kahve değil de sen olması gibi...

Sen gibi.

31 Ocak 2018 Çarşamba

Kısır yazı.

Bazı zamanlarım oluyor
Kal gelmiyor.
Gitmelerin peşini bırakalı çok olmuş.
Üşüyünce gitmeler, ben han olmuşum onlara.
Safi böyle görüşmüşüz gitmelerle.
Ne yoldaş olmuşum gitmeye ne arkadaş.
Kal kendinden habersiz.
Gurbetteki akrabam gibi.
Hep bir parça çikolataya bağlı kalmış hediyeleri.
Ben gameboy umuduyla beklemişim yollarını o kal'ın.
Kal hiç gelmemiş bana...
Tak da etmiyor pek canıma.
Canım çıkmış yanımdan.
Otobüsün camından seyrederek kırsalı, gitmiş benden
Bir haber canım çektiğinden.
Bir haber canım istemediğinden.
Duraksamaları oluyor düşüncelerimin.
En sevdiğim anı oluyorum kendimin.
Ne de güzel akıyorum yaşamın deryasında.
Dalgana bak ne güzel hikayeymiş diyorum.
Ama düşündüm mü bir de!
Gel de gör sen benim düdüklü tenceremi...
Durmaksızın sıkışıyor içimdekiler,
Patlayacakmışım gibi geliyor ama biliyorum
Patlamayacagım...
İçimdekiler yumuşayana kadar anca bir düdük sesi...
Lisanı olsa konuşmam mı içimdekilerin?
Farklılığını sevdiğimi aynılaştırır mıyım?
Bilmediğimden bu düdük gürültüsü.
Hatırı var da içimdekilerin , satırı yok
Sesi var da dili yok...
Modern zamanlara adapte olamadı.
Ya da olmak mı istemedi?
Modernin hapsinde kalmaktan mı korktu içim?
Dağlarını, bayırlarını, denizlerini
Kaybeder diye mi korktu oksijenin bile enjekte edildiği kapalı alanlarda.
Gerçeğini sevdiğinin sanalına mı tahammül edemedi?
Koşullanmaya koştu eşim dostum onu hatırlıyorum.
İsimlerde takılıp kaldılar.
Aynı "etkinliklerde" pasifize ettiler kendilerini.
Sıradan kelimesini duymadığım gibi algılıyordum .
Çünkü her biri aynı sıradan devam ediyordu.
Aynılaştılar.
Aynı.
Mümkün müydü biyolojik olarak aynı değilken
Bir ömrü aynılaşmaya harcamak?
E o zaman dedim ;
Dünya ancak bir düdüklü tencere...
Benim içim bir dünya...