18 Kasım 2014 Salı

En uzun gece



 Takvimler ne der bilmem ama ben ömrümün en uzun gecesini yaşadım son iki gün içerisinde. Halsizlik bitmedi, vücut dinlenmedi. Göz, bir gün bulsa ayacaktı. Şimdiye kadar içine attığı kapaklardan bir ışık göremedi her hal.


Ne kadar sustuğu varsa uyudu vücut. Bütün diyemediklerine uyudu. Sanıyorum kafa karışıklıklarıyla başka boyutta hesaplaşmak istedi zihin. Bu sebepten, vücudun bütün gardlarını düşürdü. Bir bir saldırdı. Her zihin sekmesinde gerildi, terledi, üşüdü vücut. Belli belirsiz bir sivrisinek vızıltısı duydu, o da para olsa gerekti. Bütün hesaplaşmaların yanı sıra fırsat buldukça, el yordamıyla öldürmeye çalıştı sineği. Baktı başa çıkamıyor vılzıtıya karşı son kertede anca el savurarak direndi.

Vızıldadı maddiyat bitik ve amaçsız bir sinek gibi.  Olmasa da olur bir sinek gibi.

Zihin, ben sinekle uğraşırken öyle vurmuş ola ki karnıma vücut en büyük darbeyi orada almış olmalı . Bir ara can havliyle kendini klozete attığımı hatırlıyorum. O kadar ağrıdı ki karnım, nefes almak için içimi çıkarmak zorunda kaldım. Bütün zaaflarımı kustum.
 Bir pehlivan edasıyla girdim tekrar yatağa, mesleğim yorganım olmuştu. Bir süre de onunla uğraştım.O beni ısıtmamak için bense onun altına sığınmak için elimden geleni yapıyordum . Kafama kadar örtüyordum işimi üzerime ama hep ayaklarım açıkta…
Kalbim bir süre sıkışır gibi oldu, sonra bunlara sığınma dedi vücut. Yalan atakları da salondaki kanepeye  attı. Yastık bile vermedi yalan ataklara.

"Devam" dedi vücut.

Zihinden korkmamaya başladı. Zihin vazgeçse dahi kapadı gözünü! Döksün istedi eteğindeki taşları.
İnadına kapadı gözünü daha iyi görsün diye!

İnadına dövüştü!

Sonra dövüşmekte manasını yitirince oturup konuşmaya başladılar.
En güzel anlar o anlardı.

Bir geceden bir geceye konuştular.

Sonrası GÜNAYDIN  oldu…
Günaydın….


 

12 Kasım 2014 Çarşamba

Oturan sendeki çocuk mu?




İnsanlara bakıyorum.  “Duyarlı, bilinçli" insanlara bakıyorum. Bir süre onları dinliyorum.
 Başkalarından bahsediyorlar. Başka insanların yürekli olduğundan, başka insanların yaptıklarından, başka insanların sözlerinden. Öyle ki kendi sözleri kalmamış. Başkalaşmışlar.

Başka insanlar gibi de değiller, başka insanları betonlaştırmışlar, kendilerini de o insanın yerine koymuşlar oturdukları yerden.
Oturdukları yerden şair olmuşlar, yazar olmuşlar, düşünür olmuşlar, taşınmaz olmuşlar.
Bazıları oturduğu yerden ülke yönetir olmuş, bazıları oturduğu yerden işkence görmüş…

Kendi oturduğu yetmezmiş gibi yapanı da resimleştirmiş ya da kendince birşeyleştirmiş onu da yanına oturtmuş. Ona sorsan alan razı satan razı! Ama putlaştırdığı adama sorsan belki beşik kertmesi, coğrafi birliktelik.

Sevdik biz bu başkasının eylemini giyinmeyi.

İnsanlar senin sözüm ona düşündüğün ama yapmadığın eylemleri yaptığı vakit, faturalarını bir bir bedeniyle, zihniyle  çekerken sen burada ona kadeh kaldırır oldun adamın içemediği rakıyla! Sen burada onun fikirlerini anlatarak kaç kadınla /adamla yattın kim bilir, kaç tene uyandın, kaç nefes yaşadın. O elleri, soluk nefesi ve zihninde tacize uğramamış bir kadın/adam bulabildiyse  hatırladığı kadarıyla yetiniyordu. Sen burada etin lezzetsizliğinden yakındın, o ise damak tadından bir haber.

İnsan kardeşim o ! İnsan!

Korkuyor tabi ki, titriyor bazen. Kim bilir belki altına sıçtığı da oluyor. İnsan nihayetinde! Keza insan diye zaten oralarda makineleşmişlerin ellerinde.

Yok yok! Ben sana insan değilsin demiyorum.
Hepimiz bir zamanlar çocuktuk, insandık.


Kalbimiz attığı zaman bir oyuna, gider oynardık. Arkadaşların oyunundan keyif aldığımız olmazdı. Biz deneyimler biz o hazzı yaşardık. Bazen hep beraber bazen hayal dünyamızda tek başımıza kurduğumuz oyunlarda harekete geçerdik.  Annen sana seslense dahi yemek vakti için; yalvarırdın “Anne bir beş dakkaaa yaaaaa” diye. 

Şimdi yalandan heveslerle, yalandan fikirlerle…

Sonra ben niye mutsuzum!

Çünkü sen misin??

Gerçekten aslın mı bu?

Oturan sende ki çocuk mu ?


2 Kasım 2014 Pazar

İki Dost

Haller yalın. Sakin bir umutsuzlukla sakin bir umut oturmuş kahve içiyorlar. İkisi de dingin, aynı akşamüstü gibi. 
Umut eksik kaldıklarını anlatıyor, umutsuzluk yüklendiklerini. Öyle sakin sükun. 
Kah yanıyor ışığı umudun, kah sönüyor umutsuzluğun eylemsizliği, bir süre direniyorlar birbirlerine gizliden gizliye. 
Benim gibi devrik cümleleri ikisinin de. Ben ise yanlarına oturmuş bakmadan dinliyorum onları. Merak ediyorum başlarına gelecekleri. 
Umutsuzluk "savururken" eylemsizliğini, savunuyor bütün "suz-sizliklerini". Bir bir cebine dolduruyor garanti ediyor yarınki tartışmalarını. 

Umut duruyor bir buzuki edasıyla. Ufak ufak gelip gidiyor ezgisi. Gelirken hüzün mü sevinç mi anlamıyorsun ama bir balzamik tadı bırakıyor ağızda.  Bir meşk masası oluşturmaya çalışıyor umut -"suzluğun" alkolunu kendiyle fermante ediyor. Güneşi alıyor yanına kim bilir belki de aydınlıkla haklı çıkmak istiyor içten içe. Ya da haksızlıkla mutlu olmak istiyor umut. 

Umutsuzluk gibi hakka değil mutluluğa sırt yaslamak istiyor umut. Yaşanmış değil yaşanır olmak istiyor. Haklı umutların saçmalığında boğulmak istemiyor. Bir yardan denize atlamak istiyor ıslanmak hakkıyla değil uçmak mutluluğuyla. Umut yaşamak istiyor, umutsuzluk yaşanmak! 
Umutsuzluk mars etmek istiyor, umut tavla atmak. 
Sonra bir çay istiyor umut. Umutsuzluğa da soruyor "
İster misin?" diye. Umutsuzluk "Kahvem var " diyor. "Soğumuştur" diyor umut. 
"Ama daha bitmedi" diyor umutsuzluk...
İkisi de yaslanıyor arkasına...